30 Ağustos 2014 Cumartesi

Felsefe Dersleri (özet)

FELSEFE DERSLERİ
++++++++++++++++++++++
BİRİNCİ BÖLÜM
++++++++++++++



NİÇİN FELSEFE ÖĞRENMELİYİZ
++++++++++++++++++++++++++++

Çünkü bilgi olmadan eylem olmaz.  Edindiğimiz bilgileri doğru değerlendirmek için de felsefeyi, düşünce yöntemlerini bilmek gereklidir.

Bilgi, eylemin önderidir, kılavuzudur. Eylem ona bağlıdır. (Muaz bin Cebel)

ABD ve AB emperyalizmine bağımlı hükümetler, halkın doğru bilgiye ulaşıp doğru eylem
yaparak kendilerini iktidardan uzaklaştırmalarından korktukları için, felsefe öğrenimini engellemeye çalışırlar.

Okullarda sistematiği öğretilmeden çeşitli felsefecilerden (filozoflardan) alıntılar verilir, öğrencinin kafasında “felsefe birtakım çokbilmişlerin zırvalarından ibarettir, öğrenmek mümkün değildir” kanısı oluşturulur.

Mümkünse felsefe derslerini tamamen kaldırırlar.

Hiçbir şeye aldırmayan, etrafta amaçsız gezinen kimselere “filozof” payesi vererek felsefeyi halkın gözünden düşürmeye çalışırlar.

FELSEFENİN TEMEL SORUSU
++++++++++++++++++++++++++

Felsefenin cevap aradığı temel soru şudur:
Madde (varlık) mı, yoksa ruh (düşünce) mi daha önce gelir.
Yani: Bunlardan hangisi diğerini belirler.

Bu soruya verdikleri cevaba göre felsefe iki ana kola ayrılır.

  1. Materyalizm (maddecilik) : Materyalist (maddeci) filozoflar, maddenin ruhtan önce
geldiğini kabul ederler

      2.   İdealizm (ruhçuluk) : İdealist (ruhçu) filozoflar, ruhun önce geldiğini kabul ederler.
  
İDEALİZM (RUHÇULUK)
+++++++++++++++++++++

İdealizm (ruhçuluk) ikiye ayrılır:

  1. Maddeyi kabul eden ruhçuluk. Bu tür idealizmin en önde gelen temsilcisi dinlerdir.
            Dinler, Büyük Ruh’un, yani Tanrı’nın maddeyi yarattığını ileri sürerler.
           
             Burada da iki görüş vardır
             1 A : Tanrı’nın maddeyi yoktan var ettiğini öne süren dinler.
                       Burada bir tarafta yaratıcı Tanrı, diğer tarafta madde olmak üzere iki varlık
                       kabul ediliyor.
             1 B  : Tanrı’nın maddeyi kendi vücudundan yarattığını öne süren vahdet-i vücut,
                       yani yaratanla yaratılanın bir olması. Maddeciliğe yaklaşan bir görüş.

  1. Maddeyi kabul etmeyen ruhçuluk. Bu türün en önemli temsilcisi Piskopos Berkeley,
“Madde yoktur, biz onu var zannediyoruz.” diyor


BERKELEY’İN İDEALİZMİ
+++++++++++++++++++++++

Berkeley’e göre:
“Var olduğunu sandığımız madde aslında yoktur. Görüp dokunduğumuz için maddenin var olduğunu düşünüyoruz. Bu duyumları bize verdikleri için onların varlığına inanıyoruz. Ama gerçekte böyle duyumlar yoktur. Bu duyumlar, ruhumuzda sahip olduğumuz fikirlerdir. Öyleyse, duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir ve fikirler ise ruhumuzun dışında var olamazlar. Öyleyse madde bizim fikrimizde vardır, ruhumuzun dışında madde diye bir şey yoktur.”

Demek ki, Berkeley’e göre, nesneleri bizim dışımızda var olan şeyler olarak düşünürsek, aslında bunlar yalnızca bizim zihnimizde var olduğuna göre, yanılmış oluruz.

Berkeley diyor ki:
“Aynı bir şeyin aynı zamanda farklı olabileceğine inanmak saçma değil midir? Önce bir elinizi sıcak, diğerini soğuk suya sokun. Sonra her iki elinizi ılık suya sokun. Ilık su bir elinize sıcak, diğer elinize soğuk gelecektir.
Bir kumaş parçasını siz kırmızı görüyorsunuz. Sarılığı olan insanlar onu sarı görecektir. Göz yapısı bizden farklı insanlar onu değişik renkte görecektir.
Bana hafif gelen bu kumaş karıncaya ağır gelecektir.
Aynı şeyler bazıları için sıcak, hafif; diğerleri için tam tersi olabiliyorsa, demek ki, bu özellikler tamamen bizim zihnimizdedir ve şeyler yalnızca zihnimizde vardır.”

Berkeley’e göre, bizim ruhumuz kendi başına bu fikirleri yaratma yeteneğinde olamayacağı için, daha güçlü başka bir ruhun bu fikirleri yaratıp bize verdiğini kabul etmek gerekir.

Kısacası: Tanrı, bize, hiçbir maddi gerçeğe karşılık olmayan fikirler vererek, bizde bir dünya yanılsaması yaratır.

Berkeley’in ruhçuluğu, çürütülmesi en kolay felsefedir. Çünkü, üzerine bir araba geldiği zaman Berkeley “Böyle bir araba yok, bu benim zihnimin bir yanılgısıdır” dememekte, can havliyle tabanları yağlayarak arabanın önünden kaçmaktadır.


İDEALİZM SÖZCÜĞÜNÜN FARKLI ANLAMLARI
+++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

Türkçede ruhçuluk dediğimiz zaman sadece felsefede bir görüş akla gelir.

Halbuki Batı dillerinde İDEALİZM sözcüğü, iki farklı anlam için kullanılır
1-Ruhçuluk, yani felsefede ruhun maddeden önce geldiğini kabul eden görüş
2-Ülkücülük, yani insanın bir gelecek tasarımı, insanlığın yararına gerçekleştirmek istediği bir ülküsü olması.

Batı dillerinin kısırlığından doğan bu yanlış anlama tehlikesi, Türkçe kullanırsak ortadan
kalkar.

MATERYALİZM SÖZCÜĞÜNÜN FARKLI ANLAMLARI
++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

Türkçede maddecilik dediğimiz zaman sadece felsefede bir görüş akla gelir.

Halbuki Batı dillerinde MATERYALİZM sözcüğü, iki farklı anlam için kullanılır
1-Maddecilik, yani felsefede maddenin ruhtan önce geldiğini kabul eden görüş
2-Maddiyatçılık, yani para, zenginlik gibi şeylere önem vermek, sevgi ve ahlakı önemsememek.

Batı dillerinin kısırlığından doğan bu yanlış anlama tehlikesi, Türkçe kullanırsak ortadan
kalkar.

DÜŞÜNCE YÖNTEMLERİ
+++++++++++++++++++++

1-Metafizik yöntem
Bilimlerin henüz gelişmediği insanlığın ilk dönemlerinde, düşünce yöntemi de bilimsel olmayan metafizik (doğa ötesi) bir yöntemdi. Bu yöntem, ruhçu dünya görüşüne uygundu.

2-Diyalektik yöntem
Bilimler geliştikçe, diyalektik (bilimsel) yöntem ortaya çıktı. Bu yöntem, maddeci dünya görüşüne uygundu.

METAFİZİK YÖNTEM
++++++++++++++++++

Metafizik, önce durgunluğun var olduğunu, bir şeyin harekete başlayabilmesi için önce durgunluk halinde olmasının gerektiğini söyler. Buna göre, Tanrı evreni yaratmadan önce hareketsiz bir durgunluk vardı.

Bu düşünce yönteminin 3 kuralı vardır.

1- ÖZDEŞLİK

Bu kurala göre evrendeki her şey DURAĞAN ve DEĞİŞMEZdir.
Evren dondurulmuş gibi düşünülür.
Güneşin altında yeni bir şey yok: Tanrı evreni şu anda gördüğümüz şekliyle yarattı ve o zamandan beri hiçbir şey değişmedi.
Dönem dönem aynı olaylar meydana gelir:  Tarih tekerrürden ibarettir.
İnsan da değişmez: Kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur.
Genel olarak insanlık da değişmez: İnsanlar hep bencildir. Eşitlik düşüncesi boş hayaldir.
Erkekler daima kadınlardan üstün idi, şimdiden sonra da öyle olacak.
Ezen ve ezilen, zengin ve fakir hep vardı ve hep var olacak.
Altı ay önce bir ayakkabı almıştım, hala aynı ayakkabıyı giyiyorum.

2- TECRİT

Bu kurala göre, şeyler hep ayrı ayrıdır. Aralarında bir ilişki yoktur.
At attır, inek inektir. Aralarında hiçbir ilişki yoktur.
Bir şey ya attır, ya da at değilse başka bir şeydir, mesela inektir.
Felsefe felsefedir, siyaset siyasettir. Filozoflar felsefe ile uğraşır, politikacılar siyaset yapar. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Felsefe ile siyasetin arasında bir ilişki yoktur. Herkes kendi işini yapsın. Kimse başkasının işine karışmasın. Filozof siyasete karışmasın.
Edebiyat edebiyattır. Edebiyatçılar şiir yazar, roman yazar, bilimle ve siyasetle uğraşmaz.
Bilim bilimdir. Bilim adamları sadece bilimle uğraşır. Bilim ile politika, edebiyat ve siyaset arasında bir ilişki yoktur.
Kimya kimyadır. Matematik matematiktir. Aralarında bir ilişki yoktur.
Müzik müziktir. Müzik ile siyaset ve matematik arasında bir ilişki yoktur.

3- KARŞITLARIN AYNI YERDE OLMAMASI

Bu kurala göre, karşıt iki şey aynı zamanda aynı yerde var olamaz, bu bir çelişki olur.
Buna, ÇELİŞME KORKUSU  da diyebiliriz.
Bir yönetim biçimi hem demokrasi, hem diktatörlük olamaz. Eğer o toplumda demokrasi varsa, diktatörlük yoktur. Diktatörlük varsa demokrasi yoktur.
Bir şey aynı zamanda hem iyi, hem kötü olamaz.

MANTIK
++++++++

Metafizik düşünme ve akıl yürütme sanatına MANTIK denir.
Metafizikçiler, “mantık”ın en iyi düşünme sanatı olduğunu iddia ederler.

Mantıklı düşünmenin kuralları, yukarda gördüğümüz metafizik kurallarıdır.
Yani
Özdeşlik: Bir şey kendisidir
Tecrit: Bir şey başkası olamaz
Çelişme: İki zıt şey bir arada bulunamaz, çelişik iki olabilirlik dışında üçüncü bir olasılık yoktur.

Yani, okullarda bize okutulan mantıklı düşünme kuralları, bilimsel değil, doğaüstü düşüncenin beynimizde kök salmasına neden olmaktadır.

METAFİZİK KELİMESİNİN ANLAMI
+++++++++++++++++++++++++++++++

Yunancada
Meta: ötesi
Fizik: doğa
Metafizik: doğa ötesi demektir. Yani maddi olmayan alem.
Aristo öldükten sonra öğrencileri ondan kalan yazıları bir araya getirdiler, en son başlıklı yazı olarak  üzerine Fizik diye başlık atılmış bir yazı ile ondan sonra ruh sorunlarını işleyen ve düşünce yöntemlerini inceleyen başlıksız bir yazı buldular. Ve bu yazıya Metafizik, yani Fizikten Sonra başlığı koydular. O günden beri fizik ötesi, yani doğa ötesi, doğa dışı, doğa üstü kavramlarla uğraşma Metafizik olarak adlandırıldı.


FELSEFE DERSLERİ
++++++++++++++++++++++
İKİNCİ BÖLÜM
++++++++++++++


DİYALEKTİK YÖNTEM
++++++++++++++++++++

Doğa ötesi (metafizik) yöntemi bilen bir kişi, bilimsel (diyalektik) yöntemi çok kolay öğrenir. Çünkü bu iki yöntem, birbirinin tamamen tersidir.

Yanlış anlamaları önlemek için şunu belirtelim ki, insanlar oturup şu yöntemle mi yoksa bu yöntemle mi düşünelim diye karar vermemişlerdir. Bu düşünme yöntemleri, insanların bilgi düzeyine bağlı olarak kendiliğinden oluşmuştur.

Dünya hakkında bilgilerin çok az olduğu insanlığın ilk dönemlerinde, insanlar kaçınılmaz olarak eksik bilgiden kaynaklanan doğa ötesi düşünce yöntemlerine mahkumdular.

Bilimler ilerledikçe, yeni bulguların bu eski doğa ötesi yöntemlerle çeliştiği anlaşıldı ve bilimsel düşünce yöntemleri ister istemez ortaya çıktı.

Diyalektik yöntemin kurallarını incelerken, bu hususu daha yakından göreceğiz.

Diyalektik yöntemin 4 kuralı vardır:

1 - HAREKET VE DEĞİŞİM

Hatırlayalım:
“Doğa ötesi düşünce yönteminin ilk kuralı, ÖZDEŞLİK idi.
Bu kurala göre evrendeki her şey DURAĞAN ve DEĞİŞMEZdir.
Evren dondurulmuş gibi düşünülür.
Güneşin altında yeni bir şey yok: Tanrı evreni şu anda gördüğümüz şekliyle yarattı ve o zamandan beri hiçbir şey değişmedi.
Dönem dönem aynı olaylar meydana gelir:  Tarih tekerrürden ibarettir.
İnsan da değişmez: Kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur.
Genel olarak insanlık da değişmez: İnsanlar hep bencildir. Eşitlik düşüncesi boş hayaldir.
Erkekler daima kadınlardan üstün idi, şimdiden sonra da öyle olacak.
Ezen ve ezilen, zengin ve fakir hep vardı ve hep var olacak.
Altı ay önce bir ayakkabı almıştım, hala aynı ayakkabıyı giyiyorum.”

Bilimlerin henüz gelişmemiş olduğu eski devirlerde, bu düşünce şekli çok doğaldı. Çünkü insanlar, doğadaki değişimleri henüz fark edememişlerdi.

Bilimler gelişince, şeylerin DURAĞAN ve DEĞİŞMEZ değil, tam aksine HAREKETLİ ve DEĞİŞİM İÇİNDE oldukları anlaşıldı. Dolayısıyla, bilimsel düşünce yönteminin ilk kuralı, HAREKET ve DEĞİŞİM oldu. Bunu örneklerle inceleyelim:

 1 A - DÜNYANIN VE KITALARIN HAREKETİ VE EVRİMİ

Doğa ötesi yöntem, evrenin ve dünyanın oluştuğu (veya yaratıldığı) günden bugüne kadar değişmediğini söyler. Çünkü eskiden, dünyamızın geçirdiği değişiklikler bilinmiyordu. Onun için, dünyanın hiç değişmemiş olduğunu düşünmek gayet doğaldı.

Halbuki yerbilimi (jeoloji) geliştikçe, bugün karada olan bazı yerlerin çok eskiden denizler altında olduğu, depremler ve kıtaların yer değiştirmesi ile su altında olan bazı yerlerin su üstüne çıktığı anlaşıldı. Böylece, dünyamızın yapısının zaman içinde değişimini inceleyen tarihsel yerbilimi adlı yeni bir bilim dalı ortaya çıktı. Eskiden, daha insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce, Güney Amerika kıtasının Afrika’ya bitişik olduğu, Avustralya’nın Asya’dan koptuğu, günümüzde ise Arabistan kıtasının kuzeye doğru hareket halinde olduğu ve Anadolu’yu sıkıştırdığı, Anadolu’daki depremlerin bu yüzden meydana geldiği anlaşıldı.

Hatta daha önceleri dünyanın bir ateş topu halinde olduğu, milyonlarca senede soğuması sonucu karaların ve denizlerin oluştuğu anlaşıldı.

Eskiden dünyanın evrenin ortasında hareketsiz duran tepsi gibi düz bir yer olduğu sanılıyordu. Sonra dünyanın yuvarlak olduğu, hareketsiz olmayıp hem kendi etrafında, hem güneşin etrafında döndüğü, güneşin bile hareketsiz olmayıp belli bir yönde hızla hareket halinde olduğu anlaşıldı.

Demek ki, eskiden bunları bilmeyen insanların şeyleri durağan ve değişmez olarak görmeleri ve öyle düşünmeleri, yani doğa ötesi düşünce yöntemi izlemeleri doğaldı.

Doğa ötesi düşünce yöntemine göre evrendeki her şey DURAĞAN ve DEĞİŞMEZ idi.
Bilimsel düşünce yönteminde, her şey HAREKET ve DEĞİŞİM içinde ele alınır.

1 B – CANLILARIN VE İNSANIN EVRİMİ

Doğa ötesi yöntem, canlıların bir günde bugünkü şekilleri ile oluştuğunu (veya yaratıldığını) söyler. Ama tarihsel yerbilimi geliştikçe anlaşıldı ki, yeryüzü birtakım devirlerden geçmiş, her devrin sonunda bazı canlıların soyu tamamen tükenirken, yeni bazı canlılar dünyaya gelmiş. Örneğin buzul çağında kürklü mamut, sonraki çağda ise mamutun kürksüz biçimi olan filler meydana gelmiş. Atlar çok eskiden 3 toynaklı imiş. Dinozorların nesli tükenmiş. İnsanın oluşumu ise çok yeni.

Evrim düşüncesini Müslümanlar işlemiş ve geliştirmiş. İlk defa Cahiz (ölümü 868), 12 asır önce, göçlerin ve çevrenin kuşların hayatında yaptığı değişikliği fark etti. Onun kısacık hayatı boyunca bile, kuşlarda değişiklikler meydana gelmişti.
  
EVRİMİ DARWİN’DEN YÜZYILLARCA ÖNCE İBN MİSKEVEYH BULDU

Daha sonra, Biruni’nin çağdaşı İbn Miskeveyh, (ölümü 1030), El-Favzu’l-Asgar adlı eserinde şöyle diyor:

Yüksek alemden inen nefs, yani ruh, çeşitli dünya varlıklarında kendini göstermiş ve tekamül ederek (gelişerek) insanlık mertebesine gelmiştir. Bu yüce hayat eserini kabul eden ilk varlık bitkidir. Aşağı düzeyinde bitki, tohumsuz ürer. Otlar gibi. Bunlar minerallerden, azıcık hareket yeteneğiyle ayrılırlar. Hayat eseri nefs, bitkilerde güçlenmeye devam eder, gelişir, tohumla üreyen bitkiler meydana gelir. Bunlardan sonra köklü, yapraklı ve meyveli ağaçlar türer.

Ağaçların ilk mertebesi dağlarda, çöllerde, adalarda kendi kendine bitenlerdir. Bunlar türlerini tohumla sürdürmekle beraber, ağır hareketlidirler. Sonra zeytin, nar, elma, incir ve benzeri gibi güzel toprağa, tatlı suya, ılımlı havaya ihtiyacı olan ağaçlar türer. Nihayet evrim, üzüm ve hurma ağacına varır. Bitki, hurma ile, tekamülün (gelişimin) son sınırına varmıştır.

Hayvanla arasında çok benzerlik olan hurmanın erkeği dişisi vardır. Meyve vermesi için hayvanlardaki birleşmeye benzer biçimde tozlanması gerekir. Kök ve damarlarından ayrı olarak hurmada temel bir organ daha vardır ki, buna bir şey oldu mu hurma ölür. Bu organ, toprağın içindeki baştır. Bu baş, hayvan beyni gibi görev yapar. Bu baş toprakta kaldıkça, hurmanın hayatı sürer. Hurma, bitkinin son, hayvanın ise ilk derecesindedir.

Bundan sonra azıcık hareket yeteneğine sahip, köksüz yaşayabilen, yalnız dokunma duygusu olan hayvanlar oluşur. Irmak ve deniz kıyılarında bulunan sedef ve salyangoz gibi. Evrim devam eder, kurtçuklarda, kelebeklerde olduğu gibi duyu gücü artar.

Hayat eseri nefs, evrimle güçlenir, köstebek ve benzeri gibi dört duyu sahibi hayvanlara, oradan da karınca, arı ve gözleri boncuğa benzeyen, göz kapakları olmayan hayvanlara varır. Bunlarda henüz görme duyusu zayıftır. Daha sonra beş duyu sahibi hayvanlar türer. Bunlar da derece derecedir. Kimi aptaldır, hisleri cevval değildir; kimi zekidir, hisleri latiftir; eğitilebilir, emir ve yasağı kabul eder, sözden anlar. At ve doğan gibi.

Nihayet evrim insan sınırına yaklaşmıştır. Hayvanlık mertebesinin sonu, insanlık mertebesinin başında maymunlar ve benzeri hayvanlar vardır. Bunlarla insan arasında az bir mesafe kalmıştır. Burası atlanınca nefs, insan olur. Bu noktaya gelince nefsin boyu düzelir (sırtı düzleşip dik durur demek istiyor) azıcık ayırım gücü, bilgi kazanma yeteneği oluşur. Kutup bölgelerinde yaşayan bu ilkel insanlarla hayvanlar arasında büyük fark yoktur. (Demek ki Eskimoları bulup incelemiş!!!). Bunlardan hikmet sadır olmaz, komşu uluslardan da bilgi öğrenmezler. Bu yüzden halleri bozuk, yararları azdır. Evrimleşen orta kuşaktaki (ekvatorla kutuplar arasında demek istiyor) insanlar, işte, gördüğün bu zeka, bilgi ve beceri düzeyine gelmişlerdir.”
  
LAVAZYE KANUNU’NU ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ BULDU

Darwin’den (1809-1882) çok önce Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz. (1703-1772) evrim tezini Ma’rifetname adlı eserinde şöyle özetledi:

Varın yok olması, yokun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok da daima yoktur. Var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur istihale (evrim) ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından (birleşmesinden) önce madenler, ondan bitkiler, hayvanlar vücuda gelmiş, ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir. Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır. Bitkilerle hayvanlar arasında ara varlık hurmadır. Hayvanlarla insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Ara varlıkların varlığının hikmeti şudur ki, her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup, varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp, insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zamanın tetimmesi, cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir.”

Kur’an tefsirinin çeşitli yerlerinde bu görüşe dikkat çeken M. Hamdi Yazır, şöyle der:
“İnsanın şu veya bu hayvandan tekamül etmesi, onun değerini düşürmez.”

Lavoisier (Lavazye okunur, 1743-1794) den önce Erzurumlu İbrahim hakkı Hz., “Varın yok, yokun var olamayacağını” ortaya koymuş, daha sonra Lavayze kimyasal deneylerle bu görüşün doğruluğunu kanıtlamıştır. Einstein (Aynştayn okunur) ise madde-enerji dönüşümünü kanıtlayarak bu görüşü bir ileri düzeye getirmiştir.

İbn Miskeveyh ve Erzurumlu’nun teorilerinde tabii ki birçok hatalar vardır. Ama Darwin’in teorisinde de birçok hatalar vardı. Darwin’in elinde olan imkanlar bu iki kişide olsaydı, onlar belki de daha iyi bir teori ortaya koyacaklardı.

CAMİ-ÜL AHBAR : ADEM İLK İNSAN DEĞİLDİ

Alusi’nin aktarımına göre, İmamiyyeden Cami-ül Ahbar adlı eserin sahibi, bu kitabın beşinci bölümünde şöyle demektedir:
“Atamız Adem’den önce, her biri arasında bin yıl bulunan otuz Adem gelip geçmiştir. Onlardan sonra elli bin yıl harap kalmış, sonra elli bin yıl yeniden şenlenmiş, sonra atamız Adem yaratılmıştır.
  
İBN BABVEYH, KİTABU’T-TEVHİD

İbn Babveyh’in  Kitabu’t-Tevhid adlı eserine göre, Cafer-i Sadık şöyle demişti:
“Siz sanırsınız ki yüce Allah atanız Adem’den başka insan yaratmamıştır. Hayır, vallahi bin kere bin Adem yaratılmıştır. Siz o Ademlerin sonuncususunuz.”
Muhammed Bakır ise şöyle demişti:
“Bizim atamız olan Adem’den önce bin kere bin yahut daha fazla Ademler gelip geçmiştir.”


ŞEYH-İ EKBER MUHYİ’D-DİN İBN ARABİ

Bu zat, Fütuhat adlı eserinde, Adem’den kırk bin yıl önce başka bir Adem’in yaşamış olduğunu söylemektedir.

TOPARLAYALIM

Yukardaki alıntılarda, Müslüman düşünür ve bilginlerin, Kur’an’da sözü geçen Adem’in ilk insan olmadığını, Adem’e gelinceye kadar binlerce insan soyunun gelip geçtiğini söylediklerini görüyoruz.

Adem’den önceki insanlar, anasoylu bir düzende yaşıyorlardı. Adem, insanlığı anasoylu aile düzeninden ataerkil aile düzenine geçiren ilk insandır. Yani erkeğin üremedeki yerini anlamış, kadının alanı olan tarıma da hayvanların evcilleştirilmesi sayesinde el atarak onu eve kapamış, Adem-Havva söylencesini kendisine dayanak yaparak kadını emri altına almış olan ilk kahraman-ata Adem’dir. Bu konuyu ilerde ilkel toplumların gelişmesi bölümünde göreceğiz.

Böylece erkek, anasoylu dönemi tamamen unutturarak insanlığın tarihini ataerkil aileyi kuran  Adem ile başlatıyor.

Ancak yukarda gördüğümüz Müslüman düşünürler, Adem’in ilk insan olmadığını tespit etmişler, fakat o çağda bilgi düzeyleri yetmediği için, bu olayın nedenini açıklayamamışlardı.

Bu olayların anlaşılmasından sonra, bazı metafizikçiler artık evrimi kabul ediyorlar. “Fakat” diyorlar, “evrimin gayesi, en şerefli varlık olan insanın meydana gelmesidir. İnsan meydana geldi ve evrim sona erdi. Çünkü oluşacak daha mükemmel bir şey yok”. Demek ki metafizikçi, bilimlerin ortaya koyduğu evrim olayını inkar edemiyor, fakat evrimi donduruyor. “Bundan sonra değişiklik olmayacak” diyor

Bazı metafizikçiler ise, evrimi asla kabul etmiyor. Örneğin Harun Yahya gibi bazı şarlatanlar , İbn Miskeveyh, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz. gibi Müslüman düşünürlerin evrimi bulduğunu gözlerden gizleyerek, evrimi Darwin adlı gavurun uydurması olarak niteliyor ve insanları aldatmaya devam ediyorlar.


1 C - TOPLUMUN EVRİMİ

Eskiden toplumların yapısının değişmediği düşünülürdü. Çünkü ortaçağ boyunca kurulan köleci ve feodal devletler, barbar kavimlerin akınlarıyla yıkılıyor, ancak yerine yine köleci ve feodal başka bir devlet kuruluyordu. Bu ise, insanların kafasında “hiçbir şey değişmiyor, hep aynı şeyler oluyor”, “tarih tekerrürden ibarettir” düşüncesinin oluşmasına neden oluyordu. Hikmet Kıvılcımlı’nın “tarihsel devrimler” dediği bu yıkılma ve yeniden yapılanmalar, sanayinin başlamasına kadar sürdü.

Sanayinin başlaması ile birlikte Avrupa’da toprak ağalığı düzeni sona erdi, devletler artık barbar kavimlerin akınlarıyla yıkılmıyordu. Toplumun içinde oluşan sermaye sınıfı bir devrim yaparak toprak ağalığını ve onların temsilcisi krallıkları deviriyordu: (sosyal devrim). İnsanlar anladılar ki tarih tekerrürden ibaret değildir, toplumların de bir evrimi vardır. 

Morgan’ın Kuzey Amerika yerlileri (Kızılderililer) arasında yaptığı çalışmalarla, Afrika ve Kuzey Asya’daki ilkel kabilelerin incelenmesi ile, çok eskiden insanların ilkel kabile düzeninde yaşadıkları, ailenin eskiden anasoylu olduğu gibi bir çok şey öğrenildi. Bunlardan yola çıkılarak, tarihsel maddecilik adı altında, toplumların gelişimini tarih içinde inceleyen bir bilim dalı ortaya çıktı. Böylece, toplumların değişmediği şeklindeki doğa ötesi anlayışın yanlış olduğu anlaşıldı.

İBNİ HALDUN

Aslında, toplumların değişime uğradığını, sanayi devrimi başlamadan yüzyıllarca önce İslam bilgini İbni Haldun, Mukaddeme adlı eserinde ortaya koydu. Onun için, İbni Haldun, İslam Karl Marx’ı olarak adlandırılır.

Tarih, tıp, matematik, cebir, fizik, astronomi, kimya gibi bilimlerdeki buluşlar aslında İslam alimlerine ait olduğu halde, okullarımızda, bunları sanki ilk defa Avrupalılar bulmuş gibi anlatılır bize.

FUKUYAMA

Şimdi doğa ötesi düşünürler, toplumların evrimini kabul etmek zorunda kalıyorlar. “Fakat” diyorlar, sanayi toplumu, yani kapitalist toplum, evrimin son halkasıdır. Bütün bu evrim süreci, kapitalist toplumun meydana gelmesi içindi. Fukuyama buna tarihin sonu diyor. Bundan daha mükemmel bir toplum sistemi olamayacağına göre, toplum tarihi, yani evrim bitmiştir. Batı Avrupa, ABD ve Japonya’nın sistemi en gelişmiş sistemdir. Batı uygarlığı denen bu sistem, son sistemdir. Dünyanın geri kalan ülkeleri bu sistemle bütünleşmek için çaba göstermelidir. Sosyalizm denen akıl dışı sisteme geçme çabaları başarısız olmuştur. Yeniden denemekte fayda yoktur.

Görülüyor ki, metafizikçi, reddedemeyeceği şeyi, yani bugüne kadar olmuş olan ve herkesin gördüğü evrimi kabul ediyor, fakat “buraya kadar” diyor. Evrimin devam edeceğini kabul etmiyor.



FELSEFE DERSLERİ
++++++++++++++++++++++
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
++++++++++++++

Diyalektik yöntemin ilk kuralı HAREKET ve DEĞİŞİM idi.
Dünyanın, canlıların ve toplumların evrimini bu kurala örnek olarak verdik.
Metafizik yöntemin iddia ettiği “insanların daima bencil olduğu”, “daima zengin ve fakirlerin olduğu”, “erkeklerin daima kadınları yönettiği” diğer bütün “değişmezlik” örneklerinin de yanlış olduğu, her şeyin değişim içinde olduğu anlaşıldı.
Sonuç olarak:
Bitmiş, tamamlanmış, mükemmel hiçbir şey yoktur ve var olmayacaktır.
Her şey sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe devamlı bir hareket ve değişim içindedir.
Diyalektiğin birinci ilkesini bu şekilde özetleyebiliriz.


2 – KARŞILIKLI İLİŞKİ VE ETKİ

Doğa ötesi düşünce yönteminin ikinci kuralı TECRİT idi.
Bu kurala göre, şeyler hep ayrı ayrıdır. Aralarında bir ilişki yoktur.
At attır, inek inektir. Aralarında hiçbir ilişki yoktur.
Bir şey ya attır, ya da at değilse başka bir şeydir, mesela inektir.
Felsefe felsefedir, siyaset siyasettir. Filozoflar felsefe ile uğraşır, politikacılar siyaset yapar. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Felsefe ile siyasetin arasında bir ilişki yoktur. Herkes kendi işini yapsın. Kimse başkasının işine karışmasın. Filozof siyasete karışmasın.

Bilimsel (diyalektik) düşünce yönteminin ikinci kuralı, bunun tam tersidir.
Yani, bilimsel yöntem, her şeyin karşılıklı olarak birbirini etkilediğini, birbiri ile ilişki içinde olduğunu söyler.

Doğa ötesi tecrit fikri nereden çıkmıştı? İnsanlar tam bir bilgisizlik içinde doğayı incelemeye başlamışlardı. İncelemek için nesneleri sınıflandırdılar. Bu, bir düşünce alışkanlığı yarattı. Her nesneyi kendi içinde, diğer nesnelerden bağımsız olarak inceleme yöntemi yerleşti.

Bilimler ilerledikçe, yavaş yavaş, nesneler arasında ortak noktalar olduğu meydana çıktı. Örneğin at da, inek de hücrelerden yapılmıştı. O halde ortak noktaları vardı. Hatta bitkilerin bile hücrelerden yapıldığı ortaya çıkınca, nesnelerin arasında hiçbir ilişki olmadığı düşüncesi değişmeye başladı.

150 sene önceye kadar bilimler ayrı ayrı inceleniyordu. Fizik, kimya, biyoloji gibi. İnsanların bilgileri arttıkça, bu bilimler arasında ilişkiler olduğu anlaşıldı. Fizikokimya, biyofizik, biyokimya gibi yeni alanlar oluştu.

Eskiden doktorlar bıçak gibi çok basit aletlerle çalışırlardı. Bir doktorun fizik, kimya, matematik bilmesi gerekmezdi.
  
Şimdi röntgen, tomografi gibi karmaşık fiziksel cihazlar, tahlillerde kimyasal yöntemler kullanılmaktadır. Kimya bilgisi olmadan sentetik ilaçlar geliştirilemezdi.

Eskiden elektrik ve manyetizma ayrı ayrı incelenirdi. Sonra, bu iki kuvvet arasındaki ilişki anlaşıldı, elektormanyetizma bulundu. Binlerce örnek verilebilir.

Hatta madde ve enerjinin, aynı şeyin iki farklı durumu olduğu ortaya çıkarıldı.

Maddi bilimlerde ilişkilerin daha kolay anlaşılabilmesine rağmen, toplumsal olaylarda bu ilişkilerin görülmesi daha zor oldu. Hala daha siyasetin, felsefenin, edebiyatın, bilimin ayrı ayrı şeyler olduğu, aralarında bir ilişkinin bulunmadığı kanısı yaygındır.

“Dünyalar Savaşı” adlı bilim-kurgu romanını yazan İngiliz yazar Wells, Sovyetler Birliği’ne giderek Sovyet yazarı Gorki’yi ziyaret etti ve ona, “siyasetle uğraşmayacak bir edebiyatçılar birliği” kurmayı önerdi. Doğa ötesi yöntemle düşünen Wells’e göre, edebiyat edebiyattı, siyaset ise siyasetti. Bunlar birbirine karıştırılmamalıydı. Bilimsel yöntemle düşünen Gorki ise, biz istesek de istemesek de edebiyat ile siyasetin birbirine bağlı olduğunu biliyordu. Wells, yazarı toplumun ve siyasetin dışında yaşayan ve onlardan etkilenmeyen bir kişi olarak görüyordu.

Aslında bunu görmek için kurt ile kuzu hikayesini bilmek yeterli idi. Kurdun kuzuya saldırdığını gören bir kişi tarafsız kalırsa, nesnel olarak kurdun tarafında demektir. Yani tarafsız olmak gibi bir seçenek aslında yoktur.

Toplumsal yaşamda da, gücü elinde bulunduranlarla örneğin toprak ağaları ile köylüler arasında veya fabrika sahipleri ile işçiler arasında tarafsız kalmak demek, aslında güçlü olanın yanında yer almak ve ezilenlere karşı olmak demektir. Burada da tarafsızlık seçeneği aslında yoktur.

Bir yazar, yazdığı makale, hikaye, şiir, roman gibi eserlerle ya sömürücü sınıfların, ya da ezilenlerin yanında yer alır. Siyasete karışmadığını, çiçek-böcek aşk-meşk ile uğraştığını iddia eden bir yazar, okuyucularını gerçek olaylardan uzaklaştırarak hayal alemine götürür, onların beyinlerini uyuşturur ve ezildiklerini görerek sömürücülere karşı mücadele etmelerini önler. Kendisinin bunu bilinçli veya bilinçsiz olarak yapması önemli değildir. Sonuç aynı yere varır. Dolayısıyla, siyasetle uğraşmadığını iddia eden bir yazar, aslında sömürücü sınıfların yanında çarpıştığının belki de farkında değildir.

“Tarafsızlık” diye bir şey aslında hiçbir yerde yoktur.

ABD’nin Irak saldırısı sırasında Saddam’ın da eskiden bazı kötü işler yaptığını öne süren bazı kişi ve kuruluşlar, “Ne Saddam ne Sam” (yani ne Amerika ne Saddam) diyerek sözde tarafsız olduklarını beyan ederken, aslıda saldırganın yanında saf tutmuş olduklarını gizliyorlardı.

Aynı şekilde, Amerikancı Tayyip hükümetine karşı yapılan eylemlerde “Ne takke ne postal” diyerek milli kuvvetlerle gayrı milli kuvvetler arasında tarafsız olduklarını beyan edenler, aslında milli kuvvetlere karşı olduklarını gizliyorlardı. Tayyip hükümetini “takke” olarak niteleyip ona inançlı insanların sözcülüğü payesini veriyorlar, Amerikancılığını gizliyorlardı.

Sonuç olarak:
Her şey birbiri ile ilişki içindedir, kendisi dışındaki şeylerden etkilenmeyen hiçbir şey olmadığı gibi, kendisi dışındaki şeyleri etkilemeyen hiçbir şey de yoktur.


3 – ZITLARIN BİRLİĞİ

Doğa ötesi düşünce yönteminin üçüncü kuralı, KARŞITLARIN AYNI YERDE OLMAMASI idi.     
Bu kurala göre, karşıt iki şey aynı zamanda aynı yerde var olamaz, bu bir çelişki olur.
Buna, ÇELİŞME KORKUSU  da diyebiliriz.
Bir yönetim biçimi hem demokrasi, hem diktatörlük olamaz. Eğer o toplumda demokrasi varsa, diktatörlük yoktur. Diktatörlük varsa demokrasi yoktur.
Bir şey aynı zamanda hem iyi, hem kötü olamaz.

Bu düşünce tarzı, yine bilgisizlikten ileri geliyordu.
Bilimler geliştikçe, zıtların aynı yerde aynı zamanda var olduğu anlaşıldı.

Buna en basit örnek gece ve gündüzdür.
Eskiden, dünya bir tepsi gibi düz zannedilirken, bazen gece, bazen da gündüz olduğu, gece ile gündüzün aynı anda birlikte var olamayacağı düşüncesi çok olağandı.
Ama, dünyanın yuvarlak olduğu anlaşılınca, aynı anda dünyanın bir tarafının gece, diğer tarafının gündüz olduğu anlaşıldı.
Gece ve gündüz, dünya üzerinde aynı anda var olmaktadırlar.
Demek ki iki zıt şey, aynı anda aynı yerde bulunuyor.
Veya, ikisi birden ortadan kalkıyor.
Örnek: Uzayda gece ve gündüz yoktur. Eğer uzayda bir uzay gemisinin içinde yaşasa idik, bizim için ne gece ne de gündüz diye bir kavram var olacaktı.
Demek ki iki zıt şey ancak bir arada var olabiliyorlar, veya ikisi birden olmuyor.

Okullarda bize demokrasi örneği olarak eski Atina şehir devletini anlatırlar.
Buna göre, Atina’da yöneticiler herkesin katıldığı toplantılarda seçilir, ve halka hesap verirlermiş. “İşte bu demokrasidir, Atina’da diktatörlük yoktur” diye öğretilir.
Ama Atina’da yöneticileri seçenler HÜR insanlardır. Bir de KÖLELER vardır. Kölelerin değil yöneticileri seçme hakkı, hiçbir hakkı yoktur. Köleler baskı altındadır, kaçmamaları için güvenlik kuvvetlerince denetlenirler ve en ufak direnişleri şiddetle cezalandırılır.
Demek ki, Atina’da hür insanlar arasında demokrasi vardır, ama hür insanlar köleler üzerinde diktatörlük uygulamaktadırlar. Demek ki Atina’da demokrasi ve diktatörlük aynı anda aynı yerde bulunmaktadır. Atina’da sadece demokrasi olduğu iddiası gerçeklerle bağdaşmaz.

İnsanlığın ilk dönemlerinde, ilkel toplumlarda henüz kölelik kurumu yoktu. Böyle olunca, bu toplumlarda demokrasi de, diktatörlük de yoktur. Her kavram, zıddı ile birlikte var olur.

Hayat ve ölüm dahi aynı yerde birlikte var olur. Yaşayan bir canlının birçok hücreleri ölür, yerine yenileri oluşur. Demek ki bir canlının üzerinde yaşam ve ölüm aynı anda bulunmaktadır. Bir ölünün de tırnakları ve saçları uzar, yaşam ve ölüm yine bir aradadır.

Her şey karşıtını içinde taşır. Yaşam ölüme, ölüm yaşama dönüşür. Ölü bedenin ögeleri, başka yaşamları doğurmak üzere dönüşecektir.

Böylece, şeylerin sonsuz olmadıklarını, bir başlangıçları ve bir sonları olduğunu görüyoruz.
Neden ölmek gerekir? Eğer yaşam yüzde yüz yaşam olsaydı, hiçbir zaman ölüm olmazdı. Her yaşamın içinde zıddı, yani ölüm olduğu için, bu zıtların mücadelesini ölüm kazanacaktır. Onun için, Lokman Hekim’in sonsuz hayat iksirinin bir yararı olamaz.

Bir mıknatısta artı ve eksi kutuplar bir arada bulunurlar. Sadece artı kutuplu bir mıknatıs veya sadece eksi kutuplu bir mıknatıs olması mümkün değildir.

Görüyoruz ki, her şey zıtların yani karşıtların birliğinden ibarettir.

Bilgi ve bilgisizlik bir arada bulunur. Bir insanın bilgisi arttıkça bilgisizliği azalır. Her insanın bildiği ve bilmediği şeyler vardır. Hiçbir şey bilmeyen bir insan olamayacağı gibi, her şeyi bilen bir insan olması da mümkün değildir. Demek ki bir insanda bilgi ve bilgisizlik bir arada bulunur.

İşte bu zıtların birliği, birbiri ile çelişen iki tarafın bir arada olması, değişmeyi ve gelişmeyi ortaya çıkarır. Çelişen iki tarafın mücadelesinden yeni bir şey ortaya çıkar.

Toplumların içindeki zıtların mücadelesi de, toplumları ilerleten ana güçtür.
Örneğin köleci toplumda, kölelerin insanlık dışı çalışma şartlarına dayanamayarak ölümü göze alıp isyan etmeleri, hem üretimi aksatmakta, hem de onları denetleyen orduların masrafları ağırlaşmaktaydı. Sonunda, daha adil bir yönetim şekli olan toprak ağalığına geçildi. Eğer köleler bu hayvanca yaşama şartlarına isyan edip köle sahipleri ile mücadele etmemiş olsalardı, insanlık kölecilikten kurtulamazdı. Demek ki ilerlemenin, değişimin nedeni, şeylerin içinde olan çelişki, çelişen zıtların mücadelesi ve sonunda o şeyin değişimidir.

Demek ki değişme, çatışmanın çözümüdür.  Zıtların mücadelesi bir sonuca ulaşmış, o şey değişmiştir. Kölelerle köle sahiplerinin çatışması bir sonuca ulaşmış, köleci toplum değişerek toprak ağalığı toplumu haline gelmiştir.

Çelişme olan her yerde değişme vardır. Demek ki, çelişme olmasa değişme de olmayacaktı.

Sonuç olarak diyebiliriz ki,
Tamamen mükemmel (kusursuz), sonsuz, değişmez, ölümsüz hiçbir şey yoktur.
Çünkü her şey zıtların birliğinden ibarettir ve zıtların çatışması değişime neden olur.

4 – NİCELİK DEĞİŞİMLERİNİN ANİ NİTELİK DEĞİŞİMİNE YOL AÇMASI
      ya da
      SIÇRAMALI İLERLEME YASASI
      veya
      EVRİMİN DEVRİME DÖNÜŞMESİ

Diyalektik (bilimsel) düşünce yönteminin son kuralı, SIÇRAMALI İLERLEME YASASI dır.

Niceliksel değişmeler sonunda nitelik değişmesi meydana gelir.
Suyu ısıtıyoruz. Isı yükseliyor. Yani nicelik değişimi meydana geliyor. 99 dereceye kadar suda sadece nicelik değişimi meydana gelir. Ama 100 dereceye ulaştığında su, buhar haline dönüşmeye başlar. Demek ki, nicelik değişimi belli bir noktaya ulaşınca nitelik değişimine yol açar. Bu nitelik değişimi ani bir değişikliktir.

Bu değişim, iç çelişkilerin sonucudur. Su moleküllerini bir arada tutan kuvvetlerle birbirini iten kuvvetler arasındaki mücadelede, iten kuvvetler ısının 100 dereceye varmasıyla üstün gelir ve su buhar haline dönüşür.

Bir şeyin yapısı değişmediği halde içinde meydana gelen değişimlere nicel değişim diyoruz.
Ama nicel değişimler birikir ve bir noktada o şeyin yapısı değişir. Buna nitel değişim diyoruz.

Demek ki, şeylerin evrimi sonsuza kadar nicel yapıda olamaz. Bir yerde mutlaka nitel bir değişim meydana gelir.

Bir adayın seçilebilmesi için 1,000 oy gerekiyorsa, 999 oy alsa bile o kişi hala adaydır. Ama bir oy daha alınca, o kişi artık aday değil, seçilmiş kişi haline dönüşür.

Doğa olaylarında da, toplumsal olaylarda da değişmeler sonsuzca sürekli değildir, belirli bir anda ani bir değişme olur.

Toplumlar da içindeki karşıtların mücadelesiyle zaman içinde evrime uğrar, ama öyle bir an gelir ki, bir devrim olur ve toplumun yapısı tamamen değişir. Tarihsel maddecilik adlı bilim dalı, işte bu konu ile uğraşır.

Bundan sonraki bölümde bu bilim dalına giriş yapacağız.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU
++++++++++++++++++++++






                                              

1 yorum: