31 Ağustos 2014 Pazar

"MİT Müsteşar Yardımcısı PKK'li olsun": İmralı Tutanakları -4


Öcalan - BDP Heyeti görüşme tutanaklarının 4. bölümü bugün Aydınlık'ta

Öcalan: (24 Haziran 2013)
"Yedinci Madde - Güvenlik Komisyonu. Çok önemlidir, ilk defa açıklıyorum: Gerilla şu anda Kürtlerin tek güvencesidir. Sonrasında ne olacak? Kürtler için bir Güvenlik Konferansı yapılmalı. JİTEM, asimilasyon, kültür ve doğa tahribatı, kim Kürtlerin güvenliğini sağlayacak? Genel güvenlikte Kürtlerin temsilcisi olacak mı? Mesela bir MİT Müsteşar Yardımcısı, Kürt hareketinden (yani PKK'li bir kişi) olabilir mi gibi? Seçimle iş başına gelen bir köy güvenlik birimi mesela. Belediyelere bağlı trafik polisi, zabıta, bekçi gibi."

Öcalan, PKK'nin yerel güvenlik gücü olmasını istiyor bu açıklaması ile. Büyükşehir uygulamasının doğal olarak özerkliği ve bu sonucu doğuracağını 2 sene önce söylemiştik.
Bakınız:

***********

Öcalan (24 Haziran 2013):
"Sayın Beşir Bey'in (Başbakan Yardımcısı Atalay) bilmesi lazım, kendimizi asla tasfiye etmeyeceğiz. Cemil'den (Kandil Şeflerinden Cemil Bayık) gerillaya kadar herkese siyaset hakkı, kimine şimdi, kimine 5 ay sonra olur. 1 Eylül dediğimiz süre de budur. Ya stratejik çözeceğiz, ya da oyalamayı bırakacağız."

"PKK tarihinin iç-dış en büyük savaş potansiyeline sahiptir. İran - İsrail PKK'yi silahlandırır. Hatta paralel devlet bile yapar. Anlamlı barış yasal ve anayasal (bu konuda acele etmiyorum) değişimle olur."

"Geçmişten beri devlet bize söz veriyordu yasallık için. Ama yasa olmaz diyorlarsa, aldatmaca vardır. Bu son tavrım da bundan dolayıdır. Kandil'dekileri aya mı gidecek, Endonezya'ya mı? Nereye gidecek? Bir teki bile silah bırakmaz böyle olursa"

Öcalan, açıkça, “Silahlı varlığımız (köy korucusu, belediye zabıtası, polis vesaire olarak) yasal olarak güvence altına alınmazsa silah bırakmayız” diye tehdit ediyor. O zaman zaten bırakmış olmayacaklar, PKK üyeleri bu yasal ünvanlar altında silahlı olarak bölgeyi, yönetmeye başlayacak zaten. Dışarıdaki PKK, hele hele PYD ve PJAK ise tamamen konu harici.

***********

Öcalan (17 Ağustos 2013):
"Çekilmeden sonra BDP-DTK bu alanlarda halkı koruyacak sivil örgütlenmeler yapar. Koruculardan bir zarar gelirse sert darbe indireceğiz." Öyle "silah bırak git" olmaz. Silahlar ve özel eşyalar alınacak."
"Askeri olarak en güçlü olduğumuz dönemdir. Hudut hattından Kandil'e, Suriye'ye kadar 50 bin gerilla gücü vardır. Beşir Bey'e de söyleyin, siyasi çözüm potansiyeli gelişirse askeri potansiyel düşer, ya da tersi olur."

Çözüm sürecinin PKK'nin silahlı tehdidi altında yürüdüğü bu sözlerden çok açık olarak görülüyor. "Siyasi çözüm" dediği özerklik verilirse silahlar konuşmaz diyor. 30 yıl önce "Alın bu topraklar sizin olsun, özerklik mi yaparsınız, federasyon mu siz bilirsiniz" deseydik o zaman çözüm olurdu, binlerce şehit vermezdik. Bu kadar şehit verdikten sonra PKK isteklerinin kabul edilmesi, "sizinle başa çıkamayacağımız anladık, yenildiğimizi kabul ediyoruz" demektir.

Çözüm süreci denen şey, PKk karşısında yernilginin kabul edilmesinden başka şey değildir.



***********
Bugün yayımlanan dördüncü bölümün tamamı:
***********
"Kemal'e selam söyleyin, Kemalizmi güncellesin": İmralı Tutanakları -3
"Özerkliği MİT'le planladık": İmralı Tutanakları – 2    29 Ağustos 2014
İmralı Tutanakları Aydınlık'ta: "Bakana söyleyin..."  28 Ağustos 2014
PKK'ye karşı çıkabilecek 110 Milletvekili aranıyor 27 Ağustos 2014
Muharrem İnce'nin programı: AB'ye girelim, HDP ile yakınlaşalım 23 - 8 - 14
***********

30 Ağustos 2014 Cumartesi

30 Ağustos konuşması

İşçi Partisi Alanya İlçe Örgütü'nün 30 Ağustos açıklaması

4 dakikalık video kaydı:

Hasan Faruk Kurtoğlu, İlçe Başkanı



Gök Tanrı Ülgen


Kayra Han
Türklerin ilk tanrısı, Ana Tanrıça Kayra Han'dır. Anasoylu toplum döneminde yaratıcı ruhun da dişi olması doğaldır ve tüm toplumlarda böyledir. Tanrıların Tanrısı Kayra Han, Gök Tanrı idi bir zamanlar.

Tengere (Tengri = Tanrı) Kayra Han, diğer adı Ak Ana

Kayra Han

Gök Tanrı Ülgen
Anasoylu toplum ataerkil toplum haline dönüşmeye başlayınca, tanrının da cinsiyet değiştirmesi gerekti. Kayra Han, üç oğlundan biri olan Ülgen Bey'i Gök Tanrı koltuğuna oturtarak yavaşça sahneden çekilir. Göğün 17. katında oturmaya devam eden Kayra Han, toplum içindeki etkinliğini giderek kaybedecektir.
Onun yerine geçen Ülgen Bey, göğün 16, katında altın bir taht üzerinde oturmaktadır.

Kök Tengri (Gök Tanrı) Ülgen'in mavi gözlerinin insanları kötülüklerden koruduğu düşünülürdü.

Kök Tengri, ilk anlamı ile Mavi Gök demektir. Çok eski Türkçede kök (gök) kelimesinin anlamı "mavi" idi. Tengri kelimesinin anlamı da "gök" idi. "Gök Tanrı" denince "Mavi Gök" anlaşılıyordu. Mavi Gök anlamı zamanla değişerek Gök Tanrı haline geldi.
(Gök kelimesinin mavi anlamı halk arasında gök göz olarak devam etmektedir)

Kayra Han - Ülgen ilişkisi hakkında geniş bilgi için bakınız:

Tarihsel maddeciliğin felsefi temeli için bakınız:

Mavi göz - Kemgöz konusunda geniş bilgi için bakınız:

Kök Tengri Ülgen




***********

Felsefe Dersleri (özet)

FELSEFE DERSLERİ
++++++++++++++++++++++
BİRİNCİ BÖLÜM
++++++++++++++



NİÇİN FELSEFE ÖĞRENMELİYİZ
++++++++++++++++++++++++++++

Çünkü bilgi olmadan eylem olmaz.  Edindiğimiz bilgileri doğru değerlendirmek için de felsefeyi, düşünce yöntemlerini bilmek gereklidir.

Bilgi, eylemin önderidir, kılavuzudur. Eylem ona bağlıdır. (Muaz bin Cebel)

ABD ve AB emperyalizmine bağımlı hükümetler, halkın doğru bilgiye ulaşıp doğru eylem
yaparak kendilerini iktidardan uzaklaştırmalarından korktukları için, felsefe öğrenimini engellemeye çalışırlar.

Okullarda sistematiği öğretilmeden çeşitli felsefecilerden (filozoflardan) alıntılar verilir, öğrencinin kafasında “felsefe birtakım çokbilmişlerin zırvalarından ibarettir, öğrenmek mümkün değildir” kanısı oluşturulur.

Mümkünse felsefe derslerini tamamen kaldırırlar.

Hiçbir şeye aldırmayan, etrafta amaçsız gezinen kimselere “filozof” payesi vererek felsefeyi halkın gözünden düşürmeye çalışırlar.

FELSEFENİN TEMEL SORUSU
++++++++++++++++++++++++++

Felsefenin cevap aradığı temel soru şudur:
Madde (varlık) mı, yoksa ruh (düşünce) mi daha önce gelir.
Yani: Bunlardan hangisi diğerini belirler.

Bu soruya verdikleri cevaba göre felsefe iki ana kola ayrılır.

  1. Materyalizm (maddecilik) : Materyalist (maddeci) filozoflar, maddenin ruhtan önce
geldiğini kabul ederler

      2.   İdealizm (ruhçuluk) : İdealist (ruhçu) filozoflar, ruhun önce geldiğini kabul ederler.
  
İDEALİZM (RUHÇULUK)
+++++++++++++++++++++

İdealizm (ruhçuluk) ikiye ayrılır:

  1. Maddeyi kabul eden ruhçuluk. Bu tür idealizmin en önde gelen temsilcisi dinlerdir.
            Dinler, Büyük Ruh’un, yani Tanrı’nın maddeyi yarattığını ileri sürerler.
           
             Burada da iki görüş vardır
             1 A : Tanrı’nın maddeyi yoktan var ettiğini öne süren dinler.
                       Burada bir tarafta yaratıcı Tanrı, diğer tarafta madde olmak üzere iki varlık
                       kabul ediliyor.
             1 B  : Tanrı’nın maddeyi kendi vücudundan yarattığını öne süren vahdet-i vücut,
                       yani yaratanla yaratılanın bir olması. Maddeciliğe yaklaşan bir görüş.

  1. Maddeyi kabul etmeyen ruhçuluk. Bu türün en önemli temsilcisi Piskopos Berkeley,
“Madde yoktur, biz onu var zannediyoruz.” diyor


BERKELEY’İN İDEALİZMİ
+++++++++++++++++++++++

Berkeley’e göre:
“Var olduğunu sandığımız madde aslında yoktur. Görüp dokunduğumuz için maddenin var olduğunu düşünüyoruz. Bu duyumları bize verdikleri için onların varlığına inanıyoruz. Ama gerçekte böyle duyumlar yoktur. Bu duyumlar, ruhumuzda sahip olduğumuz fikirlerdir. Öyleyse, duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir ve fikirler ise ruhumuzun dışında var olamazlar. Öyleyse madde bizim fikrimizde vardır, ruhumuzun dışında madde diye bir şey yoktur.”

Demek ki, Berkeley’e göre, nesneleri bizim dışımızda var olan şeyler olarak düşünürsek, aslında bunlar yalnızca bizim zihnimizde var olduğuna göre, yanılmış oluruz.

Berkeley diyor ki:
“Aynı bir şeyin aynı zamanda farklı olabileceğine inanmak saçma değil midir? Önce bir elinizi sıcak, diğerini soğuk suya sokun. Sonra her iki elinizi ılık suya sokun. Ilık su bir elinize sıcak, diğer elinize soğuk gelecektir.
Bir kumaş parçasını siz kırmızı görüyorsunuz. Sarılığı olan insanlar onu sarı görecektir. Göz yapısı bizden farklı insanlar onu değişik renkte görecektir.
Bana hafif gelen bu kumaş karıncaya ağır gelecektir.
Aynı şeyler bazıları için sıcak, hafif; diğerleri için tam tersi olabiliyorsa, demek ki, bu özellikler tamamen bizim zihnimizdedir ve şeyler yalnızca zihnimizde vardır.”

Berkeley’e göre, bizim ruhumuz kendi başına bu fikirleri yaratma yeteneğinde olamayacağı için, daha güçlü başka bir ruhun bu fikirleri yaratıp bize verdiğini kabul etmek gerekir.

Kısacası: Tanrı, bize, hiçbir maddi gerçeğe karşılık olmayan fikirler vererek, bizde bir dünya yanılsaması yaratır.

Berkeley’in ruhçuluğu, çürütülmesi en kolay felsefedir. Çünkü, üzerine bir araba geldiği zaman Berkeley “Böyle bir araba yok, bu benim zihnimin bir yanılgısıdır” dememekte, can havliyle tabanları yağlayarak arabanın önünden kaçmaktadır.


İDEALİZM SÖZCÜĞÜNÜN FARKLI ANLAMLARI
+++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

Türkçede ruhçuluk dediğimiz zaman sadece felsefede bir görüş akla gelir.

Halbuki Batı dillerinde İDEALİZM sözcüğü, iki farklı anlam için kullanılır
1-Ruhçuluk, yani felsefede ruhun maddeden önce geldiğini kabul eden görüş
2-Ülkücülük, yani insanın bir gelecek tasarımı, insanlığın yararına gerçekleştirmek istediği bir ülküsü olması.

Batı dillerinin kısırlığından doğan bu yanlış anlama tehlikesi, Türkçe kullanırsak ortadan
kalkar.

MATERYALİZM SÖZCÜĞÜNÜN FARKLI ANLAMLARI
++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

Türkçede maddecilik dediğimiz zaman sadece felsefede bir görüş akla gelir.

Halbuki Batı dillerinde MATERYALİZM sözcüğü, iki farklı anlam için kullanılır
1-Maddecilik, yani felsefede maddenin ruhtan önce geldiğini kabul eden görüş
2-Maddiyatçılık, yani para, zenginlik gibi şeylere önem vermek, sevgi ve ahlakı önemsememek.

Batı dillerinin kısırlığından doğan bu yanlış anlama tehlikesi, Türkçe kullanırsak ortadan
kalkar.

DÜŞÜNCE YÖNTEMLERİ
+++++++++++++++++++++

1-Metafizik yöntem
Bilimlerin henüz gelişmediği insanlığın ilk dönemlerinde, düşünce yöntemi de bilimsel olmayan metafizik (doğa ötesi) bir yöntemdi. Bu yöntem, ruhçu dünya görüşüne uygundu.

2-Diyalektik yöntem
Bilimler geliştikçe, diyalektik (bilimsel) yöntem ortaya çıktı. Bu yöntem, maddeci dünya görüşüne uygundu.

METAFİZİK YÖNTEM
++++++++++++++++++

Metafizik, önce durgunluğun var olduğunu, bir şeyin harekete başlayabilmesi için önce durgunluk halinde olmasının gerektiğini söyler. Buna göre, Tanrı evreni yaratmadan önce hareketsiz bir durgunluk vardı.

Bu düşünce yönteminin 3 kuralı vardır.

1- ÖZDEŞLİK

Bu kurala göre evrendeki her şey DURAĞAN ve DEĞİŞMEZdir.
Evren dondurulmuş gibi düşünülür.
Güneşin altında yeni bir şey yok: Tanrı evreni şu anda gördüğümüz şekliyle yarattı ve o zamandan beri hiçbir şey değişmedi.
Dönem dönem aynı olaylar meydana gelir:  Tarih tekerrürden ibarettir.
İnsan da değişmez: Kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur.
Genel olarak insanlık da değişmez: İnsanlar hep bencildir. Eşitlik düşüncesi boş hayaldir.
Erkekler daima kadınlardan üstün idi, şimdiden sonra da öyle olacak.
Ezen ve ezilen, zengin ve fakir hep vardı ve hep var olacak.
Altı ay önce bir ayakkabı almıştım, hala aynı ayakkabıyı giyiyorum.

2- TECRİT

Bu kurala göre, şeyler hep ayrı ayrıdır. Aralarında bir ilişki yoktur.
At attır, inek inektir. Aralarında hiçbir ilişki yoktur.
Bir şey ya attır, ya da at değilse başka bir şeydir, mesela inektir.
Felsefe felsefedir, siyaset siyasettir. Filozoflar felsefe ile uğraşır, politikacılar siyaset yapar. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Felsefe ile siyasetin arasında bir ilişki yoktur. Herkes kendi işini yapsın. Kimse başkasının işine karışmasın. Filozof siyasete karışmasın.
Edebiyat edebiyattır. Edebiyatçılar şiir yazar, roman yazar, bilimle ve siyasetle uğraşmaz.
Bilim bilimdir. Bilim adamları sadece bilimle uğraşır. Bilim ile politika, edebiyat ve siyaset arasında bir ilişki yoktur.
Kimya kimyadır. Matematik matematiktir. Aralarında bir ilişki yoktur.
Müzik müziktir. Müzik ile siyaset ve matematik arasında bir ilişki yoktur.

3- KARŞITLARIN AYNI YERDE OLMAMASI

Bu kurala göre, karşıt iki şey aynı zamanda aynı yerde var olamaz, bu bir çelişki olur.
Buna, ÇELİŞME KORKUSU  da diyebiliriz.
Bir yönetim biçimi hem demokrasi, hem diktatörlük olamaz. Eğer o toplumda demokrasi varsa, diktatörlük yoktur. Diktatörlük varsa demokrasi yoktur.
Bir şey aynı zamanda hem iyi, hem kötü olamaz.

MANTIK
++++++++

Metafizik düşünme ve akıl yürütme sanatına MANTIK denir.
Metafizikçiler, “mantık”ın en iyi düşünme sanatı olduğunu iddia ederler.

Mantıklı düşünmenin kuralları, yukarda gördüğümüz metafizik kurallarıdır.
Yani
Özdeşlik: Bir şey kendisidir
Tecrit: Bir şey başkası olamaz
Çelişme: İki zıt şey bir arada bulunamaz, çelişik iki olabilirlik dışında üçüncü bir olasılık yoktur.

Yani, okullarda bize okutulan mantıklı düşünme kuralları, bilimsel değil, doğaüstü düşüncenin beynimizde kök salmasına neden olmaktadır.

METAFİZİK KELİMESİNİN ANLAMI
+++++++++++++++++++++++++++++++

Yunancada
Meta: ötesi
Fizik: doğa
Metafizik: doğa ötesi demektir. Yani maddi olmayan alem.
Aristo öldükten sonra öğrencileri ondan kalan yazıları bir araya getirdiler, en son başlıklı yazı olarak  üzerine Fizik diye başlık atılmış bir yazı ile ondan sonra ruh sorunlarını işleyen ve düşünce yöntemlerini inceleyen başlıksız bir yazı buldular. Ve bu yazıya Metafizik, yani Fizikten Sonra başlığı koydular. O günden beri fizik ötesi, yani doğa ötesi, doğa dışı, doğa üstü kavramlarla uğraşma Metafizik olarak adlandırıldı.


FELSEFE DERSLERİ
++++++++++++++++++++++
İKİNCİ BÖLÜM
++++++++++++++


DİYALEKTİK YÖNTEM
++++++++++++++++++++

Doğa ötesi (metafizik) yöntemi bilen bir kişi, bilimsel (diyalektik) yöntemi çok kolay öğrenir. Çünkü bu iki yöntem, birbirinin tamamen tersidir.

Yanlış anlamaları önlemek için şunu belirtelim ki, insanlar oturup şu yöntemle mi yoksa bu yöntemle mi düşünelim diye karar vermemişlerdir. Bu düşünme yöntemleri, insanların bilgi düzeyine bağlı olarak kendiliğinden oluşmuştur.

Dünya hakkında bilgilerin çok az olduğu insanlığın ilk dönemlerinde, insanlar kaçınılmaz olarak eksik bilgiden kaynaklanan doğa ötesi düşünce yöntemlerine mahkumdular.

Bilimler ilerledikçe, yeni bulguların bu eski doğa ötesi yöntemlerle çeliştiği anlaşıldı ve bilimsel düşünce yöntemleri ister istemez ortaya çıktı.

Diyalektik yöntemin kurallarını incelerken, bu hususu daha yakından göreceğiz.

Diyalektik yöntemin 4 kuralı vardır:

1 - HAREKET VE DEĞİŞİM

Hatırlayalım:
“Doğa ötesi düşünce yönteminin ilk kuralı, ÖZDEŞLİK idi.
Bu kurala göre evrendeki her şey DURAĞAN ve DEĞİŞMEZdir.
Evren dondurulmuş gibi düşünülür.
Güneşin altında yeni bir şey yok: Tanrı evreni şu anda gördüğümüz şekliyle yarattı ve o zamandan beri hiçbir şey değişmedi.
Dönem dönem aynı olaylar meydana gelir:  Tarih tekerrürden ibarettir.
İnsan da değişmez: Kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur.
Genel olarak insanlık da değişmez: İnsanlar hep bencildir. Eşitlik düşüncesi boş hayaldir.
Erkekler daima kadınlardan üstün idi, şimdiden sonra da öyle olacak.
Ezen ve ezilen, zengin ve fakir hep vardı ve hep var olacak.
Altı ay önce bir ayakkabı almıştım, hala aynı ayakkabıyı giyiyorum.”

Bilimlerin henüz gelişmemiş olduğu eski devirlerde, bu düşünce şekli çok doğaldı. Çünkü insanlar, doğadaki değişimleri henüz fark edememişlerdi.

Bilimler gelişince, şeylerin DURAĞAN ve DEĞİŞMEZ değil, tam aksine HAREKETLİ ve DEĞİŞİM İÇİNDE oldukları anlaşıldı. Dolayısıyla, bilimsel düşünce yönteminin ilk kuralı, HAREKET ve DEĞİŞİM oldu. Bunu örneklerle inceleyelim:

 1 A - DÜNYANIN VE KITALARIN HAREKETİ VE EVRİMİ

Doğa ötesi yöntem, evrenin ve dünyanın oluştuğu (veya yaratıldığı) günden bugüne kadar değişmediğini söyler. Çünkü eskiden, dünyamızın geçirdiği değişiklikler bilinmiyordu. Onun için, dünyanın hiç değişmemiş olduğunu düşünmek gayet doğaldı.

Halbuki yerbilimi (jeoloji) geliştikçe, bugün karada olan bazı yerlerin çok eskiden denizler altında olduğu, depremler ve kıtaların yer değiştirmesi ile su altında olan bazı yerlerin su üstüne çıktığı anlaşıldı. Böylece, dünyamızın yapısının zaman içinde değişimini inceleyen tarihsel yerbilimi adlı yeni bir bilim dalı ortaya çıktı. Eskiden, daha insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce, Güney Amerika kıtasının Afrika’ya bitişik olduğu, Avustralya’nın Asya’dan koptuğu, günümüzde ise Arabistan kıtasının kuzeye doğru hareket halinde olduğu ve Anadolu’yu sıkıştırdığı, Anadolu’daki depremlerin bu yüzden meydana geldiği anlaşıldı.

Hatta daha önceleri dünyanın bir ateş topu halinde olduğu, milyonlarca senede soğuması sonucu karaların ve denizlerin oluştuğu anlaşıldı.

Eskiden dünyanın evrenin ortasında hareketsiz duran tepsi gibi düz bir yer olduğu sanılıyordu. Sonra dünyanın yuvarlak olduğu, hareketsiz olmayıp hem kendi etrafında, hem güneşin etrafında döndüğü, güneşin bile hareketsiz olmayıp belli bir yönde hızla hareket halinde olduğu anlaşıldı.

Demek ki, eskiden bunları bilmeyen insanların şeyleri durağan ve değişmez olarak görmeleri ve öyle düşünmeleri, yani doğa ötesi düşünce yöntemi izlemeleri doğaldı.

Doğa ötesi düşünce yöntemine göre evrendeki her şey DURAĞAN ve DEĞİŞMEZ idi.
Bilimsel düşünce yönteminde, her şey HAREKET ve DEĞİŞİM içinde ele alınır.

1 B – CANLILARIN VE İNSANIN EVRİMİ

Doğa ötesi yöntem, canlıların bir günde bugünkü şekilleri ile oluştuğunu (veya yaratıldığını) söyler. Ama tarihsel yerbilimi geliştikçe anlaşıldı ki, yeryüzü birtakım devirlerden geçmiş, her devrin sonunda bazı canlıların soyu tamamen tükenirken, yeni bazı canlılar dünyaya gelmiş. Örneğin buzul çağında kürklü mamut, sonraki çağda ise mamutun kürksüz biçimi olan filler meydana gelmiş. Atlar çok eskiden 3 toynaklı imiş. Dinozorların nesli tükenmiş. İnsanın oluşumu ise çok yeni.

Evrim düşüncesini Müslümanlar işlemiş ve geliştirmiş. İlk defa Cahiz (ölümü 868), 12 asır önce, göçlerin ve çevrenin kuşların hayatında yaptığı değişikliği fark etti. Onun kısacık hayatı boyunca bile, kuşlarda değişiklikler meydana gelmişti.
  
EVRİMİ DARWİN’DEN YÜZYILLARCA ÖNCE İBN MİSKEVEYH BULDU

Daha sonra, Biruni’nin çağdaşı İbn Miskeveyh, (ölümü 1030), El-Favzu’l-Asgar adlı eserinde şöyle diyor:

Yüksek alemden inen nefs, yani ruh, çeşitli dünya varlıklarında kendini göstermiş ve tekamül ederek (gelişerek) insanlık mertebesine gelmiştir. Bu yüce hayat eserini kabul eden ilk varlık bitkidir. Aşağı düzeyinde bitki, tohumsuz ürer. Otlar gibi. Bunlar minerallerden, azıcık hareket yeteneğiyle ayrılırlar. Hayat eseri nefs, bitkilerde güçlenmeye devam eder, gelişir, tohumla üreyen bitkiler meydana gelir. Bunlardan sonra köklü, yapraklı ve meyveli ağaçlar türer.

Ağaçların ilk mertebesi dağlarda, çöllerde, adalarda kendi kendine bitenlerdir. Bunlar türlerini tohumla sürdürmekle beraber, ağır hareketlidirler. Sonra zeytin, nar, elma, incir ve benzeri gibi güzel toprağa, tatlı suya, ılımlı havaya ihtiyacı olan ağaçlar türer. Nihayet evrim, üzüm ve hurma ağacına varır. Bitki, hurma ile, tekamülün (gelişimin) son sınırına varmıştır.

Hayvanla arasında çok benzerlik olan hurmanın erkeği dişisi vardır. Meyve vermesi için hayvanlardaki birleşmeye benzer biçimde tozlanması gerekir. Kök ve damarlarından ayrı olarak hurmada temel bir organ daha vardır ki, buna bir şey oldu mu hurma ölür. Bu organ, toprağın içindeki baştır. Bu baş, hayvan beyni gibi görev yapar. Bu baş toprakta kaldıkça, hurmanın hayatı sürer. Hurma, bitkinin son, hayvanın ise ilk derecesindedir.

Bundan sonra azıcık hareket yeteneğine sahip, köksüz yaşayabilen, yalnız dokunma duygusu olan hayvanlar oluşur. Irmak ve deniz kıyılarında bulunan sedef ve salyangoz gibi. Evrim devam eder, kurtçuklarda, kelebeklerde olduğu gibi duyu gücü artar.

Hayat eseri nefs, evrimle güçlenir, köstebek ve benzeri gibi dört duyu sahibi hayvanlara, oradan da karınca, arı ve gözleri boncuğa benzeyen, göz kapakları olmayan hayvanlara varır. Bunlarda henüz görme duyusu zayıftır. Daha sonra beş duyu sahibi hayvanlar türer. Bunlar da derece derecedir. Kimi aptaldır, hisleri cevval değildir; kimi zekidir, hisleri latiftir; eğitilebilir, emir ve yasağı kabul eder, sözden anlar. At ve doğan gibi.

Nihayet evrim insan sınırına yaklaşmıştır. Hayvanlık mertebesinin sonu, insanlık mertebesinin başında maymunlar ve benzeri hayvanlar vardır. Bunlarla insan arasında az bir mesafe kalmıştır. Burası atlanınca nefs, insan olur. Bu noktaya gelince nefsin boyu düzelir (sırtı düzleşip dik durur demek istiyor) azıcık ayırım gücü, bilgi kazanma yeteneği oluşur. Kutup bölgelerinde yaşayan bu ilkel insanlarla hayvanlar arasında büyük fark yoktur. (Demek ki Eskimoları bulup incelemiş!!!). Bunlardan hikmet sadır olmaz, komşu uluslardan da bilgi öğrenmezler. Bu yüzden halleri bozuk, yararları azdır. Evrimleşen orta kuşaktaki (ekvatorla kutuplar arasında demek istiyor) insanlar, işte, gördüğün bu zeka, bilgi ve beceri düzeyine gelmişlerdir.”
  
LAVAZYE KANUNU’NU ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI HAZRETLERİ BULDU

Darwin’den (1809-1882) çok önce Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz. (1703-1772) evrim tezini Ma’rifetname adlı eserinde şöyle özetledi:

Varın yok olması, yokun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok da daima yoktur. Var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur istihale (evrim) ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından (birleşmesinden) önce madenler, ondan bitkiler, hayvanlar vücuda gelmiş, ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir. Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır. Bitkilerle hayvanlar arasında ara varlık hurmadır. Hayvanlarla insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Ara varlıkların varlığının hikmeti şudur ki, her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup, varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp, insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zamanın tetimmesi, cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir.”

Kur’an tefsirinin çeşitli yerlerinde bu görüşe dikkat çeken M. Hamdi Yazır, şöyle der:
“İnsanın şu veya bu hayvandan tekamül etmesi, onun değerini düşürmez.”

Lavoisier (Lavazye okunur, 1743-1794) den önce Erzurumlu İbrahim hakkı Hz., “Varın yok, yokun var olamayacağını” ortaya koymuş, daha sonra Lavayze kimyasal deneylerle bu görüşün doğruluğunu kanıtlamıştır. Einstein (Aynştayn okunur) ise madde-enerji dönüşümünü kanıtlayarak bu görüşü bir ileri düzeye getirmiştir.

İbn Miskeveyh ve Erzurumlu’nun teorilerinde tabii ki birçok hatalar vardır. Ama Darwin’in teorisinde de birçok hatalar vardı. Darwin’in elinde olan imkanlar bu iki kişide olsaydı, onlar belki de daha iyi bir teori ortaya koyacaklardı.

CAMİ-ÜL AHBAR : ADEM İLK İNSAN DEĞİLDİ

Alusi’nin aktarımına göre, İmamiyyeden Cami-ül Ahbar adlı eserin sahibi, bu kitabın beşinci bölümünde şöyle demektedir:
“Atamız Adem’den önce, her biri arasında bin yıl bulunan otuz Adem gelip geçmiştir. Onlardan sonra elli bin yıl harap kalmış, sonra elli bin yıl yeniden şenlenmiş, sonra atamız Adem yaratılmıştır.
  
İBN BABVEYH, KİTABU’T-TEVHİD

İbn Babveyh’in  Kitabu’t-Tevhid adlı eserine göre, Cafer-i Sadık şöyle demişti:
“Siz sanırsınız ki yüce Allah atanız Adem’den başka insan yaratmamıştır. Hayır, vallahi bin kere bin Adem yaratılmıştır. Siz o Ademlerin sonuncususunuz.”
Muhammed Bakır ise şöyle demişti:
“Bizim atamız olan Adem’den önce bin kere bin yahut daha fazla Ademler gelip geçmiştir.”


ŞEYH-İ EKBER MUHYİ’D-DİN İBN ARABİ

Bu zat, Fütuhat adlı eserinde, Adem’den kırk bin yıl önce başka bir Adem’in yaşamış olduğunu söylemektedir.

TOPARLAYALIM

Yukardaki alıntılarda, Müslüman düşünür ve bilginlerin, Kur’an’da sözü geçen Adem’in ilk insan olmadığını, Adem’e gelinceye kadar binlerce insan soyunun gelip geçtiğini söylediklerini görüyoruz.

Adem’den önceki insanlar, anasoylu bir düzende yaşıyorlardı. Adem, insanlığı anasoylu aile düzeninden ataerkil aile düzenine geçiren ilk insandır. Yani erkeğin üremedeki yerini anlamış, kadının alanı olan tarıma da hayvanların evcilleştirilmesi sayesinde el atarak onu eve kapamış, Adem-Havva söylencesini kendisine dayanak yaparak kadını emri altına almış olan ilk kahraman-ata Adem’dir. Bu konuyu ilerde ilkel toplumların gelişmesi bölümünde göreceğiz.

Böylece erkek, anasoylu dönemi tamamen unutturarak insanlığın tarihini ataerkil aileyi kuran  Adem ile başlatıyor.

Ancak yukarda gördüğümüz Müslüman düşünürler, Adem’in ilk insan olmadığını tespit etmişler, fakat o çağda bilgi düzeyleri yetmediği için, bu olayın nedenini açıklayamamışlardı.

Bu olayların anlaşılmasından sonra, bazı metafizikçiler artık evrimi kabul ediyorlar. “Fakat” diyorlar, “evrimin gayesi, en şerefli varlık olan insanın meydana gelmesidir. İnsan meydana geldi ve evrim sona erdi. Çünkü oluşacak daha mükemmel bir şey yok”. Demek ki metafizikçi, bilimlerin ortaya koyduğu evrim olayını inkar edemiyor, fakat evrimi donduruyor. “Bundan sonra değişiklik olmayacak” diyor

Bazı metafizikçiler ise, evrimi asla kabul etmiyor. Örneğin Harun Yahya gibi bazı şarlatanlar , İbn Miskeveyh, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz. gibi Müslüman düşünürlerin evrimi bulduğunu gözlerden gizleyerek, evrimi Darwin adlı gavurun uydurması olarak niteliyor ve insanları aldatmaya devam ediyorlar.


1 C - TOPLUMUN EVRİMİ

Eskiden toplumların yapısının değişmediği düşünülürdü. Çünkü ortaçağ boyunca kurulan köleci ve feodal devletler, barbar kavimlerin akınlarıyla yıkılıyor, ancak yerine yine köleci ve feodal başka bir devlet kuruluyordu. Bu ise, insanların kafasında “hiçbir şey değişmiyor, hep aynı şeyler oluyor”, “tarih tekerrürden ibarettir” düşüncesinin oluşmasına neden oluyordu. Hikmet Kıvılcımlı’nın “tarihsel devrimler” dediği bu yıkılma ve yeniden yapılanmalar, sanayinin başlamasına kadar sürdü.

Sanayinin başlaması ile birlikte Avrupa’da toprak ağalığı düzeni sona erdi, devletler artık barbar kavimlerin akınlarıyla yıkılmıyordu. Toplumun içinde oluşan sermaye sınıfı bir devrim yaparak toprak ağalığını ve onların temsilcisi krallıkları deviriyordu: (sosyal devrim). İnsanlar anladılar ki tarih tekerrürden ibaret değildir, toplumların de bir evrimi vardır. 

Morgan’ın Kuzey Amerika yerlileri (Kızılderililer) arasında yaptığı çalışmalarla, Afrika ve Kuzey Asya’daki ilkel kabilelerin incelenmesi ile, çok eskiden insanların ilkel kabile düzeninde yaşadıkları, ailenin eskiden anasoylu olduğu gibi bir çok şey öğrenildi. Bunlardan yola çıkılarak, tarihsel maddecilik adı altında, toplumların gelişimini tarih içinde inceleyen bir bilim dalı ortaya çıktı. Böylece, toplumların değişmediği şeklindeki doğa ötesi anlayışın yanlış olduğu anlaşıldı.

İBNİ HALDUN

Aslında, toplumların değişime uğradığını, sanayi devrimi başlamadan yüzyıllarca önce İslam bilgini İbni Haldun, Mukaddeme adlı eserinde ortaya koydu. Onun için, İbni Haldun, İslam Karl Marx’ı olarak adlandırılır.

Tarih, tıp, matematik, cebir, fizik, astronomi, kimya gibi bilimlerdeki buluşlar aslında İslam alimlerine ait olduğu halde, okullarımızda, bunları sanki ilk defa Avrupalılar bulmuş gibi anlatılır bize.

FUKUYAMA

Şimdi doğa ötesi düşünürler, toplumların evrimini kabul etmek zorunda kalıyorlar. “Fakat” diyorlar, sanayi toplumu, yani kapitalist toplum, evrimin son halkasıdır. Bütün bu evrim süreci, kapitalist toplumun meydana gelmesi içindi. Fukuyama buna tarihin sonu diyor. Bundan daha mükemmel bir toplum sistemi olamayacağına göre, toplum tarihi, yani evrim bitmiştir. Batı Avrupa, ABD ve Japonya’nın sistemi en gelişmiş sistemdir. Batı uygarlığı denen bu sistem, son sistemdir. Dünyanın geri kalan ülkeleri bu sistemle bütünleşmek için çaba göstermelidir. Sosyalizm denen akıl dışı sisteme geçme çabaları başarısız olmuştur. Yeniden denemekte fayda yoktur.

Görülüyor ki, metafizikçi, reddedemeyeceği şeyi, yani bugüne kadar olmuş olan ve herkesin gördüğü evrimi kabul ediyor, fakat “buraya kadar” diyor. Evrimin devam edeceğini kabul etmiyor.



FELSEFE DERSLERİ
++++++++++++++++++++++
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
++++++++++++++

Diyalektik yöntemin ilk kuralı HAREKET ve DEĞİŞİM idi.
Dünyanın, canlıların ve toplumların evrimini bu kurala örnek olarak verdik.
Metafizik yöntemin iddia ettiği “insanların daima bencil olduğu”, “daima zengin ve fakirlerin olduğu”, “erkeklerin daima kadınları yönettiği” diğer bütün “değişmezlik” örneklerinin de yanlış olduğu, her şeyin değişim içinde olduğu anlaşıldı.
Sonuç olarak:
Bitmiş, tamamlanmış, mükemmel hiçbir şey yoktur ve var olmayacaktır.
Her şey sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe devamlı bir hareket ve değişim içindedir.
Diyalektiğin birinci ilkesini bu şekilde özetleyebiliriz.


2 – KARŞILIKLI İLİŞKİ VE ETKİ

Doğa ötesi düşünce yönteminin ikinci kuralı TECRİT idi.
Bu kurala göre, şeyler hep ayrı ayrıdır. Aralarında bir ilişki yoktur.
At attır, inek inektir. Aralarında hiçbir ilişki yoktur.
Bir şey ya attır, ya da at değilse başka bir şeydir, mesela inektir.
Felsefe felsefedir, siyaset siyasettir. Filozoflar felsefe ile uğraşır, politikacılar siyaset yapar. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Felsefe ile siyasetin arasında bir ilişki yoktur. Herkes kendi işini yapsın. Kimse başkasının işine karışmasın. Filozof siyasete karışmasın.

Bilimsel (diyalektik) düşünce yönteminin ikinci kuralı, bunun tam tersidir.
Yani, bilimsel yöntem, her şeyin karşılıklı olarak birbirini etkilediğini, birbiri ile ilişki içinde olduğunu söyler.

Doğa ötesi tecrit fikri nereden çıkmıştı? İnsanlar tam bir bilgisizlik içinde doğayı incelemeye başlamışlardı. İncelemek için nesneleri sınıflandırdılar. Bu, bir düşünce alışkanlığı yarattı. Her nesneyi kendi içinde, diğer nesnelerden bağımsız olarak inceleme yöntemi yerleşti.

Bilimler ilerledikçe, yavaş yavaş, nesneler arasında ortak noktalar olduğu meydana çıktı. Örneğin at da, inek de hücrelerden yapılmıştı. O halde ortak noktaları vardı. Hatta bitkilerin bile hücrelerden yapıldığı ortaya çıkınca, nesnelerin arasında hiçbir ilişki olmadığı düşüncesi değişmeye başladı.

150 sene önceye kadar bilimler ayrı ayrı inceleniyordu. Fizik, kimya, biyoloji gibi. İnsanların bilgileri arttıkça, bu bilimler arasında ilişkiler olduğu anlaşıldı. Fizikokimya, biyofizik, biyokimya gibi yeni alanlar oluştu.

Eskiden doktorlar bıçak gibi çok basit aletlerle çalışırlardı. Bir doktorun fizik, kimya, matematik bilmesi gerekmezdi.
  
Şimdi röntgen, tomografi gibi karmaşık fiziksel cihazlar, tahlillerde kimyasal yöntemler kullanılmaktadır. Kimya bilgisi olmadan sentetik ilaçlar geliştirilemezdi.

Eskiden elektrik ve manyetizma ayrı ayrı incelenirdi. Sonra, bu iki kuvvet arasındaki ilişki anlaşıldı, elektormanyetizma bulundu. Binlerce örnek verilebilir.

Hatta madde ve enerjinin, aynı şeyin iki farklı durumu olduğu ortaya çıkarıldı.

Maddi bilimlerde ilişkilerin daha kolay anlaşılabilmesine rağmen, toplumsal olaylarda bu ilişkilerin görülmesi daha zor oldu. Hala daha siyasetin, felsefenin, edebiyatın, bilimin ayrı ayrı şeyler olduğu, aralarında bir ilişkinin bulunmadığı kanısı yaygındır.

“Dünyalar Savaşı” adlı bilim-kurgu romanını yazan İngiliz yazar Wells, Sovyetler Birliği’ne giderek Sovyet yazarı Gorki’yi ziyaret etti ve ona, “siyasetle uğraşmayacak bir edebiyatçılar birliği” kurmayı önerdi. Doğa ötesi yöntemle düşünen Wells’e göre, edebiyat edebiyattı, siyaset ise siyasetti. Bunlar birbirine karıştırılmamalıydı. Bilimsel yöntemle düşünen Gorki ise, biz istesek de istemesek de edebiyat ile siyasetin birbirine bağlı olduğunu biliyordu. Wells, yazarı toplumun ve siyasetin dışında yaşayan ve onlardan etkilenmeyen bir kişi olarak görüyordu.

Aslında bunu görmek için kurt ile kuzu hikayesini bilmek yeterli idi. Kurdun kuzuya saldırdığını gören bir kişi tarafsız kalırsa, nesnel olarak kurdun tarafında demektir. Yani tarafsız olmak gibi bir seçenek aslında yoktur.

Toplumsal yaşamda da, gücü elinde bulunduranlarla örneğin toprak ağaları ile köylüler arasında veya fabrika sahipleri ile işçiler arasında tarafsız kalmak demek, aslında güçlü olanın yanında yer almak ve ezilenlere karşı olmak demektir. Burada da tarafsızlık seçeneği aslında yoktur.

Bir yazar, yazdığı makale, hikaye, şiir, roman gibi eserlerle ya sömürücü sınıfların, ya da ezilenlerin yanında yer alır. Siyasete karışmadığını, çiçek-böcek aşk-meşk ile uğraştığını iddia eden bir yazar, okuyucularını gerçek olaylardan uzaklaştırarak hayal alemine götürür, onların beyinlerini uyuşturur ve ezildiklerini görerek sömürücülere karşı mücadele etmelerini önler. Kendisinin bunu bilinçli veya bilinçsiz olarak yapması önemli değildir. Sonuç aynı yere varır. Dolayısıyla, siyasetle uğraşmadığını iddia eden bir yazar, aslında sömürücü sınıfların yanında çarpıştığının belki de farkında değildir.

“Tarafsızlık” diye bir şey aslında hiçbir yerde yoktur.

ABD’nin Irak saldırısı sırasında Saddam’ın da eskiden bazı kötü işler yaptığını öne süren bazı kişi ve kuruluşlar, “Ne Saddam ne Sam” (yani ne Amerika ne Saddam) diyerek sözde tarafsız olduklarını beyan ederken, aslıda saldırganın yanında saf tutmuş olduklarını gizliyorlardı.

Aynı şekilde, Amerikancı Tayyip hükümetine karşı yapılan eylemlerde “Ne takke ne postal” diyerek milli kuvvetlerle gayrı milli kuvvetler arasında tarafsız olduklarını beyan edenler, aslında milli kuvvetlere karşı olduklarını gizliyorlardı. Tayyip hükümetini “takke” olarak niteleyip ona inançlı insanların sözcülüğü payesini veriyorlar, Amerikancılığını gizliyorlardı.

Sonuç olarak:
Her şey birbiri ile ilişki içindedir, kendisi dışındaki şeylerden etkilenmeyen hiçbir şey olmadığı gibi, kendisi dışındaki şeyleri etkilemeyen hiçbir şey de yoktur.


3 – ZITLARIN BİRLİĞİ

Doğa ötesi düşünce yönteminin üçüncü kuralı, KARŞITLARIN AYNI YERDE OLMAMASI idi.     
Bu kurala göre, karşıt iki şey aynı zamanda aynı yerde var olamaz, bu bir çelişki olur.
Buna, ÇELİŞME KORKUSU  da diyebiliriz.
Bir yönetim biçimi hem demokrasi, hem diktatörlük olamaz. Eğer o toplumda demokrasi varsa, diktatörlük yoktur. Diktatörlük varsa demokrasi yoktur.
Bir şey aynı zamanda hem iyi, hem kötü olamaz.

Bu düşünce tarzı, yine bilgisizlikten ileri geliyordu.
Bilimler geliştikçe, zıtların aynı yerde aynı zamanda var olduğu anlaşıldı.

Buna en basit örnek gece ve gündüzdür.
Eskiden, dünya bir tepsi gibi düz zannedilirken, bazen gece, bazen da gündüz olduğu, gece ile gündüzün aynı anda birlikte var olamayacağı düşüncesi çok olağandı.
Ama, dünyanın yuvarlak olduğu anlaşılınca, aynı anda dünyanın bir tarafının gece, diğer tarafının gündüz olduğu anlaşıldı.
Gece ve gündüz, dünya üzerinde aynı anda var olmaktadırlar.
Demek ki iki zıt şey, aynı anda aynı yerde bulunuyor.
Veya, ikisi birden ortadan kalkıyor.
Örnek: Uzayda gece ve gündüz yoktur. Eğer uzayda bir uzay gemisinin içinde yaşasa idik, bizim için ne gece ne de gündüz diye bir kavram var olacaktı.
Demek ki iki zıt şey ancak bir arada var olabiliyorlar, veya ikisi birden olmuyor.

Okullarda bize demokrasi örneği olarak eski Atina şehir devletini anlatırlar.
Buna göre, Atina’da yöneticiler herkesin katıldığı toplantılarda seçilir, ve halka hesap verirlermiş. “İşte bu demokrasidir, Atina’da diktatörlük yoktur” diye öğretilir.
Ama Atina’da yöneticileri seçenler HÜR insanlardır. Bir de KÖLELER vardır. Kölelerin değil yöneticileri seçme hakkı, hiçbir hakkı yoktur. Köleler baskı altındadır, kaçmamaları için güvenlik kuvvetlerince denetlenirler ve en ufak direnişleri şiddetle cezalandırılır.
Demek ki, Atina’da hür insanlar arasında demokrasi vardır, ama hür insanlar köleler üzerinde diktatörlük uygulamaktadırlar. Demek ki Atina’da demokrasi ve diktatörlük aynı anda aynı yerde bulunmaktadır. Atina’da sadece demokrasi olduğu iddiası gerçeklerle bağdaşmaz.

İnsanlığın ilk dönemlerinde, ilkel toplumlarda henüz kölelik kurumu yoktu. Böyle olunca, bu toplumlarda demokrasi de, diktatörlük de yoktur. Her kavram, zıddı ile birlikte var olur.

Hayat ve ölüm dahi aynı yerde birlikte var olur. Yaşayan bir canlının birçok hücreleri ölür, yerine yenileri oluşur. Demek ki bir canlının üzerinde yaşam ve ölüm aynı anda bulunmaktadır. Bir ölünün de tırnakları ve saçları uzar, yaşam ve ölüm yine bir aradadır.

Her şey karşıtını içinde taşır. Yaşam ölüme, ölüm yaşama dönüşür. Ölü bedenin ögeleri, başka yaşamları doğurmak üzere dönüşecektir.

Böylece, şeylerin sonsuz olmadıklarını, bir başlangıçları ve bir sonları olduğunu görüyoruz.
Neden ölmek gerekir? Eğer yaşam yüzde yüz yaşam olsaydı, hiçbir zaman ölüm olmazdı. Her yaşamın içinde zıddı, yani ölüm olduğu için, bu zıtların mücadelesini ölüm kazanacaktır. Onun için, Lokman Hekim’in sonsuz hayat iksirinin bir yararı olamaz.

Bir mıknatısta artı ve eksi kutuplar bir arada bulunurlar. Sadece artı kutuplu bir mıknatıs veya sadece eksi kutuplu bir mıknatıs olması mümkün değildir.

Görüyoruz ki, her şey zıtların yani karşıtların birliğinden ibarettir.

Bilgi ve bilgisizlik bir arada bulunur. Bir insanın bilgisi arttıkça bilgisizliği azalır. Her insanın bildiği ve bilmediği şeyler vardır. Hiçbir şey bilmeyen bir insan olamayacağı gibi, her şeyi bilen bir insan olması da mümkün değildir. Demek ki bir insanda bilgi ve bilgisizlik bir arada bulunur.

İşte bu zıtların birliği, birbiri ile çelişen iki tarafın bir arada olması, değişmeyi ve gelişmeyi ortaya çıkarır. Çelişen iki tarafın mücadelesinden yeni bir şey ortaya çıkar.

Toplumların içindeki zıtların mücadelesi de, toplumları ilerleten ana güçtür.
Örneğin köleci toplumda, kölelerin insanlık dışı çalışma şartlarına dayanamayarak ölümü göze alıp isyan etmeleri, hem üretimi aksatmakta, hem de onları denetleyen orduların masrafları ağırlaşmaktaydı. Sonunda, daha adil bir yönetim şekli olan toprak ağalığına geçildi. Eğer köleler bu hayvanca yaşama şartlarına isyan edip köle sahipleri ile mücadele etmemiş olsalardı, insanlık kölecilikten kurtulamazdı. Demek ki ilerlemenin, değişimin nedeni, şeylerin içinde olan çelişki, çelişen zıtların mücadelesi ve sonunda o şeyin değişimidir.

Demek ki değişme, çatışmanın çözümüdür.  Zıtların mücadelesi bir sonuca ulaşmış, o şey değişmiştir. Kölelerle köle sahiplerinin çatışması bir sonuca ulaşmış, köleci toplum değişerek toprak ağalığı toplumu haline gelmiştir.

Çelişme olan her yerde değişme vardır. Demek ki, çelişme olmasa değişme de olmayacaktı.

Sonuç olarak diyebiliriz ki,
Tamamen mükemmel (kusursuz), sonsuz, değişmez, ölümsüz hiçbir şey yoktur.
Çünkü her şey zıtların birliğinden ibarettir ve zıtların çatışması değişime neden olur.

4 – NİCELİK DEĞİŞİMLERİNİN ANİ NİTELİK DEĞİŞİMİNE YOL AÇMASI
      ya da
      SIÇRAMALI İLERLEME YASASI
      veya
      EVRİMİN DEVRİME DÖNÜŞMESİ

Diyalektik (bilimsel) düşünce yönteminin son kuralı, SIÇRAMALI İLERLEME YASASI dır.

Niceliksel değişmeler sonunda nitelik değişmesi meydana gelir.
Suyu ısıtıyoruz. Isı yükseliyor. Yani nicelik değişimi meydana geliyor. 99 dereceye kadar suda sadece nicelik değişimi meydana gelir. Ama 100 dereceye ulaştığında su, buhar haline dönüşmeye başlar. Demek ki, nicelik değişimi belli bir noktaya ulaşınca nitelik değişimine yol açar. Bu nitelik değişimi ani bir değişikliktir.

Bu değişim, iç çelişkilerin sonucudur. Su moleküllerini bir arada tutan kuvvetlerle birbirini iten kuvvetler arasındaki mücadelede, iten kuvvetler ısının 100 dereceye varmasıyla üstün gelir ve su buhar haline dönüşür.

Bir şeyin yapısı değişmediği halde içinde meydana gelen değişimlere nicel değişim diyoruz.
Ama nicel değişimler birikir ve bir noktada o şeyin yapısı değişir. Buna nitel değişim diyoruz.

Demek ki, şeylerin evrimi sonsuza kadar nicel yapıda olamaz. Bir yerde mutlaka nitel bir değişim meydana gelir.

Bir adayın seçilebilmesi için 1,000 oy gerekiyorsa, 999 oy alsa bile o kişi hala adaydır. Ama bir oy daha alınca, o kişi artık aday değil, seçilmiş kişi haline dönüşür.

Doğa olaylarında da, toplumsal olaylarda da değişmeler sonsuzca sürekli değildir, belirli bir anda ani bir değişme olur.

Toplumlar da içindeki karşıtların mücadelesiyle zaman içinde evrime uğrar, ama öyle bir an gelir ki, bir devrim olur ve toplumun yapısı tamamen değişir. Tarihsel maddecilik adlı bilim dalı, işte bu konu ile uğraşır.

Bundan sonraki bölümde bu bilim dalına giriş yapacağız.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU
++++++++++++++++++++++






                                              

Tarihsel Maddecilik (Giriş bölümü - İlkel topluluk)

TARİHSEL MADDECİLİK 
Giriş bölümü - İlkel topluluk
+++++++++++++++++++++++

EŞİTSİZ GELİŞME KANUNU
++++++++++++++++++++++++

Çok eskiden bütün insanlar ilkel kabileler halinde yaşıyorlardı. Zamanla bu kabilelerden bazıları köleci topluma, feodal topluma (toprak ağalığı düzenine) geçtiler. Sonra bazı feodal toplumlar kapitalist topluma dönüştü.

Ama hala yeryüzünde çok az da olsa ilkel kabileleri, toprak ağalığını görüyoruz. Buradan anlıyoruz ki, dünya üzerindeki insan topluluklarının hepsi aynı anda aynı gelişmeleri gösterememişlerdir. Bazı toplumlar ilerlerken, daha ileri aşamalara geçerken, bazıları hemen hiç gelişmemiş, bazıları daha az gelişmiştir.

Öyleyse, buradan, toplumların gelişme kanunlarından en temel olanını şöyle ifade edebiliriz:
İnsan toplulukları arasında eşitsiz gelişme kanunu yürürlüktedir.


İLKEL EŞİTLİKÇİ TOPLUMLAR
+++++++++++++++++++++++++++

İlk insanlar, ilkel eşitlikçi toplumlar halinde örgütlenmişlerdi. Morgan, Kuzey Amerika yerlileri (Kızılderililer) arasında çalışarak, bu toplumlar hakkında ilk bilgileri derledi.

Daha sonra, bunlardan daha geri olan Avustralya ve Amazon yerlileri incelendi. Asya’da Altaylar’da, Moğolistan’da, Yakut bölgesinde yapılan çalışmalarla bilgiler ilerledi.

I - AŞAĞI BARBARLIK DÖNEMİ
+++++++++++++++++++++++++++

İŞ BÖLÜMÜ
==========
Bu ilk dönemde, insanlar üretim yapmayı bilmiyorlardı.
İnsanlar arasında yaşa ve cinsiyete dayalı bir iş bölümü vardı.
Erkekler vahşi hayvanları avlamakla yükümlü idiler.
Erkeklerin ikinci görevi kabileyi savunmaktı.
Kadınlar ise bitki ve meyve toplayıcılığı yapıyorlardı.
Onların diğer görevi, yaşanan yeri korumak ve çocuklara bakmak idi. Bundan dolayı yaşanan yerin çok fazla uzağına gitmiyorlardı.

AVCILIK
=======
O çağda hayvanlar vahşi idi. İnsanların gelişmiş silahları yoktu. Bazen bir taş, bazen bir odun parçası ile hayvanları avlamaya çalışıyorlardı. Bunun için hayvanı bir noktada kıstırmak gerekiyordu. Dolayısıyla birçok insanın bir araya gelmesi gerekli idi. Erkekler bu yüzden avlanmaya topluca çıkıyorlardı.

YİYECEK YETERSİZLİĞİ
====================
Avcılık ve sebze-meyve toplayıcılığından elde edilen yiyecekler topluluğun ihtiyacına ancak yetiyordu. Bu yiyeceklerin, topluluğun her ferdine eşit olarak dağıtılması gerekiyordu. Bazı kişiler daha az yiyecek alsa, hayatlarını devam ettiremez duruma düşebilirlerdi. Bu ise, istenmeyen bir durumdu. Çünkü hem av için, hem de diğer kabilelerden gelen saldırılara karşı koymak için belirli sayıda erkeğe ihtiyaç vardı. Bunun için, kabilenin nüfusunun azalmaması gerekiyordu. Bu topluluğa “İlkel eşitlikçi toplum” denmesinin nedeni budur. Yiyecekler zorunlu olarak eşit dağıtıldığı için, bu topluma ilkel eşitlikçi bir toplum diyoruz.

SAVAŞ
======
Rakip kabileler arasındaki bir savaş sonucunda esir alınanlar:
-Ya öldürülüyor
-Veya topluluğa kabul ediliyorlardı
Niçin öldürüyorlar?
Çünkü, onları esir olarak tutmanın bir anlamı yok. O çağda bir kişi ancak kendisi için gereken yiyeceği sağlayabildiği, yani bir kişi çalışarak 5-10 kişiye, hatta 2-3 kişiye bile yetecek kadar yiyecek temin edemediği için, esirler bir işe yaramazdı.
Niçin topluluğa kabul ediyorlar?
Eğer bir topluluğun nüfusu çeşitli nedenlerle azalmış ise, kabileyi kuvvetlendirmek için, esirler, eşit haklara sahip üye olarak o kabileye kabul edilirler. Yani ilkel toplumlarda ikinci sınıf insan gurubu bulunmaz.

MÜLKİYET
=========
Bu aşamadaki toplumlarda özel mülkiyet görülmez. Çok az olan kullanım gereçleri, doğal olarak herkesin kullanımına açık olmalıdır. Özel mülkiyetin olmaması, malların yetersiz oluşunun doğal bir sonucudur.

ANASOYLU AİLE
==============
Babanın üremedeki yeri bilinmediği için, çocuğun sadece anası biliniyordu. Bundan dolayı, bu toplumlarda anasoylu aile düzeni vardı. Ana ile dayı, çocuklar üzerinde eşit hak sahibi oluyordu. “Dayı mısın” deyimi, bu çok uzak geçmişimizin bir kalıntısıdır.

CİNSLER ARASI TAMAMLAYICILIK MODELİ
=====================================
Erkeklerin getirdiği av eti düzensiz idi. Bu yüzden erkeklerin topluluğa katkısı çok güvenilir değildi. Ama erkekler av faaliyeti ile kaslarını geliştirdiklerinden, savaşlarda topluluğu koruyorlardı.

Kadınların bitki-meyve toplayıcılığı daha düzenli yiyecek sağlıyordu. Üstelik kadın doğuruyor, kabilenin devamını sağlıyordu. Bundan başka, kadınlarda belli dönemlerde olan kanama, onları öldürmüyordu. Halbuki avda vahşi hayvanın yaraladığı erkek, kan kaybından ölüyordu. Anlam veremedikleri bu durum, kadının bir nevi kutsallık kazanmasına neden oluyor, erkekler onlardan çekiniyordu. Böylece anasoylu aile düzeni, kutsal bir neden de kazanmış oluyordu.

Erkeğin gücü ile kadının gizemi (doğum ve kanama)  birbirini dengeliyor, böylece her iki cins, birbirleri üzerinde tahakküm kurmadan denge halinde yaşıyorlardı.

Dolayısıyla, bu toplulukta “politik güç” olarak bildiğimiz bir iktidar durumu yoktur.
Bunun yerine, eşdeğerde olan kadın-ana ile kutsal-avcı vardır.
Anasoyluluk, erkeğin ikincil konumda olduğu bir topluluk değildir.
Bundan dolayı, bu topluma “anaerkil” demek yanlış olacaktır.
Çünkü kadının erki, egemenliği söz konusu değildir.

Erkek ve kadın kendi alanlarında değişik güç alanlarını denetlemekte, diğeri üzerinde bu yolla özel bir etki yaratmakta idi.
Kutsal ayinleri kadınların gerçekleştirmesi, düzenli bitkisel yiyecek sağlaması, doğum vs. gibi özellikleri kadını otorite kılmıyor, fakat bedensel güç üstünlüğü olan erkek karşısında kadının aşağı duruma düşmesini önleyerek denge sağlıyordu.

 YİN – YANG
==========
Yin ile Yang, iki karşıt ilkeyi temsil eder.
Bu iki karşıtın denge durumunda olmasına İYİ, dengenin bozulması durumuna ise KÖTÜ denir. Örneğimizde bu karşıtlar kadın ile erkektir.
Anasoylu toplumda bu iki unsur denge halindedir.
Daha sonra göreceğimiz ataerkil aileye geçiş döneminde erkek eliyle “iktidar” denen olgu yaratılır. Artık karşıtlardan biri diğerinin egemenliğine girmiş, ikinci sınıf konuma düşmüş, doğal denge bozulmuştur.
Pandora’nın kutusu dediğimiz “kötülük kutusu” açılmıştır.
Yin ile Yang arasındaki denge bozulmuştur.
Tekrar denge durumuna geçmek için, erkek ile kadın arasındaki eşitsizlik giderilmelidir.

İLKEL DOĞAÜSTÜ İNANIŞLAR
==========================
O çağda insanlar doğa kuvvetleri karşısında son derece savunmasızdı. Vahşi hayvanlar, yağmur ve seller, gök gürültüsü, şimşek, rüzgar, orman yangınları insanlarda tarifsiz korkular yaratıyordu. Açıklayamadıkları bu tehlikeler, onların arkasında göremedikleri bazı varlıkların  olduğu sanısını veriyordu. Gördükleri rüyalarda onları şaşırtan şeyler oluyor, hayal ve gerçek içinde, düşmanlarla dolu bir doğa içerisinde, doğaüstü güçler vehmediyorlar ve böylece ilk inançlar filizleniyor.

Yıldızlarda, hareket eden gök cisimlerinde kutsallık görüyorlar, ruhlarla karışık anlatılmaz duygulara kapılıyorlardı.

AK ENE (AK ANA)
================
Orta ve Kuzey Asya’da yaşayan Türk ve Moğol kabilelerinde yapılan çalışmalar sonucunda, en eski kutsal varlığın bir dişi tanrı olduğu anlaşılmıştır. Sudan çıkan ve suda yaşayan Ak Ana dünyayı ve canlıları yaratmıştır.
Anasoyluluk döneminde inanılan ilk tanrının dişi olması doğaldır. Erkeğin üremedeki yeri bilinmediği için, doğuran kadın “yaratıcı” olarak algılanıyor. Bu da, kutsal yaratıcı ruhun dişi olması sonucunu doğuruyor.
İşte burada, felsefenin temel sorusu olan “madde mi, yoksa ruh (yani düşünce) mi önce gelir” sorusunun cavabını verebiliriz.
İnsanlar önce “yaratıcı dişidir” diye düşünüp ondan sonra soylarının anadan gelmesinin doğru olacağı, yaratıcı dişi olduğu için kadına da kutsallık verilmesi gerektiği sonucuna varmıyorlar.
Yani önce düşünce, sonra davranış gelmiyor.
Aksine, önce kadının doğurduğunu görüyorlar, çocuğu doğuran dişi ise, dünyayı ve canlıları yaratanın da dişi olması gerektiği fikri doğuyor.
Yani insanlar önce maddeyi görüyorlar (doğuran kadın), sonra yaratıcının da dişi olması gerektiği sonucuna varıyorlar.
O halde, felsefenin temel sorusuna ruhçuların verdiği cevap yanlış, maddecilerin verdiği cevap doğrudur. Yani önce madde vardır, madde insanda düşünceyi doğurur.

KAYRA KAN
===========
Ak Ana’nın diğer bir adı da Kayra Kan’dır.
“Kan” kelimesi, kadın adlarının ikinci kısmını teşkil ediyordu. Kan, aynı zamanda kandaş ilkel kabilenin de simgesidir.
Kan kelimesi, ataerkil aileye evrimleşme döneminde Han, Hakan, Kağan şeklinde değişikliğe uğradı. Anasoylu dönemde sadece kadın adlarının ardından kullanılırken, geçiş döneminde hem kadın hem de erkeklerde kullanıldı. Ataerkil ailenin tamamen oturmasından sonra ise artık sadece erkek adlarına eklendi.

“Kan” kelimesi, “hakan, kral” anlamında diğer  dillere de geçti: İngilizce “king”, Almanca “könig”, İsveççe “kung”, Çince “huang”, “wang” hep Türkçe “kan” kelimesinden gelir.

“Kan”, aynı zamanda hem kabilenin ortak kökenine, hem de aynı kandan geldiğine işaret eder. Bu anlamda Latinceye “gens” olarak geçmiştir. Genesis=ortak kan bağından türeyiş, genetik=kan bağını araştıran bilim dalı.

Bazı bölgelerde ilk tanrıça adı olarak Tur Ana görülür.

ŞAMANİZM
==========
Tespit edilebilen ilk dinsel törenler “Şamanizm” adı ile tanınır.
Moğollar dinsel töreni yapan kişiye “şaman” derler. Türkler “kam” der.
Türkler bu inanç aşamasına daha önce ulaşmışlar, onlardan geri olan Moğollar bu inancın ögelerini Türklerden almışlar. Ancak, araştırmacılar bunu önce Moğollarda gördükleri için, dünyaya bu inanç Moğolca adıyla tanıtılmış, “şaman” kelimesinin Türkçe “kam”dan geldiği anlaşıldıktan sonra bile bu alışkanlık bozulmamış.

Anasoylu aşağı barbarlık döneminde kam (şaman) kadın idi.

ORTA BARBARLIK DÖNEMİNE EVRİLME
==================================
Bazı hayvanların evcilleştirilmeye başlanması, tarımın öğrenilmesi, erkeğin üremedeki rolünün öğrenilmesi gibi ilerlemeler sonucunda, anasoylu aile yerini yavaş yavaş ataerkil aileye bırakmaya başladı. Kadın, toplumdaki yerini kaybederek erkeğin egemenliği altına girdi. Eskiden dişi olan tanrılar, erkekleşmeye başladı. Artık kam da kadın değil, erkek olacaktı.

Toplum aşağı barbarlık döneminden orta barbarlık dönemine geçiyordu.


2- ORTA BARBARLIK DÖNEMİ
++++++++++++++++++++++++++

HAYVANLARIN EVCİLLEŞTİRİLMESİ
===============================
Orta Barbarlık dönemine geçişin en önemli olayı, hayvanların evcilleştirilmesidir.
Bunun iki önemli sonucu oldu
1
Yüzyıllar süren bir geçiş dönemi boyunca, erkeğin üremedeki yeri anlaşıldı.
Yanlarına erkek hayvan konulmayan dişi hayvanlar, doğuramıyordu.
Böylece, kadının kutsallığı sorgulanmaya başlandı.
Anasoylu aile yıkılma sürecine girdi. Çünkü artık baba da bilinebiliyordu.
2
Evcilleştirilen hayvanlar çoğaltılarak, düzenli et besini elde edilmeye başlandı.
Eski avcılık döneminde, erkek, topluluğa düzenli et getiremiyordu.
Eski dönemde sadece kadın, düzenli sebze meyve sağlıyordu. Kadının bu üstünlüğü de ortadan kalktı.

SABANIN BULUNUŞU
==================
Kadının topluluk içindeki konumunu yerle bir eden üçüncü olay, sabanın bulunuşu idi.
Hayvanlar erkeğin sorumluluğunda olduğundan, ve sabanı sürmek için erkeğin kas gücü daha uygun olduğundan, tahıl ve sebze temini de erkeğin eline geçti.
Artık anasoylu ailenin yaşaması için hiçbir gerekçe kalmamıştı.
Dölü de erkek veriyordu, eti ve tahılı da erkek sağlıyordu, kabilenin savunmasını da erkek yapıyordu.
Kadın için çocuk doğurup yemek yapmaktan başka bir uğraş alanı kalmamıştı.

YİN-YANG DENGESİ BOZULUYOR
=============================
Anasoylu toplumda iki karşıt unsur arasında var olan denge durumu, kadın aleyhine tamamen değişiyor. Anasoylu aile yıkılıyor. Yerine, unsurları arasında tam bir eşitsizlik durumu olan ataerkil aile yapısı meydana geliyor.

BÜYÜK MÜCADELE
=================
Aile yapısının değişmesi ve topluma kabul ettirilmesi kolay olmamıştır. Erkekler, bu yolda çok büyük bir mücadele verdiler. Şamanın cinsiyet değiştirmesi mücadelesi buna örnektir.

AK KAM  -  KARA KAM
===================
Erkek, üstünlüğünü tam olarak kanıtlayabilmek için, kadınların elindeki görevlerin tümünü üzerine almalıydı. Döl vermesi, et ve tahıl ihtiyacını karşılaması, topluluğu düşmana karşı koruması yeterli değildi. Şamanlığı da kadının elinden almalıydı.
Fakat, bu bir anda olabilecek bir şey değildir. Çünkü ilkel topluluk, binlerce yıldır kadın kam görmeye alışmıştı. Kadının kam olması tamamen yasaklanamıyor. Erkek şamana AK KAM, kadın şamana KARA KAM deniyor. Kadın artık murdar sayıldığı için, Ülgen adına yapılan ayinleri artık erkek şaman yapıyor, kadınlar bu ayine katılamıyor.

KADININ MURDARLIĞI
===================
Anasoylu dönemde, kadındaki kanamadan korkulduğu için ona bir nevi kutsallık atfediliyordu. Yeni dönemde, kadına verilen bu kutsallığı ortadan kaldırmak için, erkek, kadının kanama döneminde “murdar” olduğunu öne sürüyor, bu dönemlerde kadına yaklaşılırsa murdarlık bulaşacağı uydurması ileriki dönemlerde bile devam ediyor. Uygarlığa geçiş döneminde ortaya çıkan dinler de bu uydurmayı Tanrı emri kabul ediyorlar.
  
ÜLGEN BEY’İN (BAY ÜLGEN) ORTAYA ÇIKIŞI
======================================
Eski Orta Asya Türkçesinde
Bay: Zengin
Ülgen: Ulu
anlamına gelmektedir. Erkekler toplum içinde bir iktidar mücadelesi, kadını egemenlik altına alma mücadelesi verirken, dişi yaratıcı Ak Ana’nın da yerini erkek bir yaratıcıya bırakması gerekiyordu. İşte bu süreçte Ülgen Bey (Bay Ülgen) ortaya çıkar:

Gök ve yer yokken, uçsuz bucaksız deniz vardır. Ülgen Bey bu deniz üzerinde uçuyor, konacak bir yer arıyordu... Birdenbire su yüzüne çıkan bir taşı yakaladı ve üzerine oturdu... sonra dünyayı yaratmak istedi. O anda su içinden Ak Ana çıkıverdi... “Bir nesne yaratmak istersen ‘yaptım, oldu’ de.!” Ak Ana bunları söyledikten sonra sularda kayboldu.

Görüldüğü gibi, dişi yaratıcı, yerini artık erkek yaratıcıya devretmekte ve ortadan kaybolmaktadır. Gökte, yerdeki yeni duruma uygun yeni bir yaratıcı oluşmaktadır.

Daha doğrusu, eskiden var olan dişi bir kutsallık, yeryüzünde erkeğin egemen olmaya başlaması ile uyum içinde olarak, erkekleşmektedir. Ülgen, ilk tasarlandığında dişi bir tanrı idi. Bunu şuradan anlıyoruz: Buryatlar, halen, “Ülgen, anamız yağız yer” demektedirler. Demek ki, aslında toprak tanrıçası olan Ülgen, ataerkil dönemde erkek tanrıya dönüştü ve yerden göğün 7. katına çıktı.

Ak Ana’nın Ülgen’i toprak tanrıçası olarak yaratmış olduğu düşünülebilir. Çünkü, Ak Ana, Ülgen Bey’e yol göstermekte ve istediği şeyleri nasıl yaratacağını öğretmektedir. Yani Ak Ana, daha üstün konumdadır.

Ak Ana’nın Ülgen’den daha eski  olduğu, başından beri var olan suda bulunmakta ve yaratma gücüne sahip olmasından bellidir. Ülgen’in uçmaktan yorulup konacak yer araması, ezelden beri su üzerinde uçar vaziyette olmadığını gösteriyor.

ŞAMANIN CİNSİYET DEĞİŞTİRMESİ
==============================
Binlerce yıldır kadın kam görmeye alışmış olan topluma kendilerini kabul ettirebilmek için, erkekler, kadına benzemeye çalışıyorlar. Kadınsı elbise giyiyor ve göğüslerine metal göğüslükler takıyorlar.

ŞAMANIN UÇUŞU
===============
Ak kam (erkek şaman), kadın elbisesi giyer, göğüsleri temsilen yuvarlak madeni nesneler takar ve dişi ruhlar olan EMEGET leri yardıma çağırır. Bu dişi ruh, şamanın ikinci benliğidir. Ayin sırasında içine girip şamanla bütünleşir, şuuruna hakim olur ve onu tamamen kadınlaştırır.

Ak kam, göğün 7. katında oturan Ülgen Bey’e doğru yol alırken, göğün 5. katına geldiğinde, yaratıcı dişi tanrı YAYUÇI tarafından yolu kesilir. Ak kam, bu kata yaklaştığında davuluna daha yavaş vurur ve sesini alçaltır. Yayuçı’ya “anam” diye hitap eder.

Yayuçı ona: “Sen kimin kalıntısısın, kimin torunusun, kanatlılar uçmayan, tırnaklılar basmayan bu yere pis kokan böcek gibi nasıl geldin?” der. Şaman çok korkar ve geri geri giderek yalvarmaya başlar. Yayuçı tekrar sorunca, cevap vermek zorunda kalır:

“Kara kamın kalıntısıyım... anam Yayuçı Hatun... secde ediyorum” der. Yayuçı, bu cevaptan sonra onu bırakır. Böylece ak kam (erkek), aslında bir kara kam (kadın) kalıntısı olduğunu hiç istemediği halde Yayuçı’ya itiraf etmek zorunda kalır. Yayuçı’yı yumuşatmak ve yol göstermesini sağlamak için şamanın gerçeği söylemesi yeterlidir. Çünkü Yayuçı’nın beklediği sadece doğruluk, aslını inkar etmemektir.

SOPALI HATUN
=============
Dişi ruhlar yol gösterici, yaratıcı, koruyucu, sabır, şefkat, merhamet telkin eden özellikler taşır
Bir Şaman duasında dişi ruhun yol göstericilik özelliği açıkça görülüyor:
“Ey benim solumda bulunan Sopalı Hatun! Yolumu şaşırırsam yolumu göster, ey büyük anam! Beni doğru yola gönder”
(Eski Türklerde sol taraf kutsal sayılırdı.)
Erkek kutsallıklara da yönetim, hakimiyet özellikleri verilir.
Burada, ataerkilliğin başlangıç dönemlerinde olduğumuzu, dişi ruhların birtakım baskın özelliklerini hala kaybetmemiş olduklarını anlıyoruz.

İNSANIN TÜREYİŞİ
================
İlk ana-kadın kendi soyunu üretir. Kadın yağmurda dolaşmış veya mağarada uyurken sarkıtlardan damlayan sular içine işlemiş ve ruh-çocuk karnına girmiş. Belki anasoylu aileden de önceki dönemin inanışı böyle idi.

Sonra anasoylu dönem gelir. Bu dönemde çocuğun ruhu Enem (anam) Yayuçı’nın iradesiyle kurtçuk şeklinde ananın vücuduna girer.

Ataerkil döneme geçildiğinde, inanış tekrar değişikliğe uğrar. Ülgen Bey, çocuğun doğması için verdiği emri oğlu Yayık vasıtasıyla Yayuçı’ya gönderir. Yayuçı da, süt akı gölden aldığı canla çocuğu doğurtur ve onu hayatı boyunca korur.

MADDE ÖNCE GELİR
==================
İşte anasoylu düzenin yerine ataerkil ailenin geçişi olayında ve dişi tanrıların yerlerini erkek tanrılara terk etmesi olayında, maddeci görüşün doğru olduğunu gözlemliyoruz.

İnsanlar düşünüp: “Soyumuzun anadan gelmesi uygundur, anasoylu düzen kuralım” dememişlerdir. Yani, önce düşünce meydana gelmemiştir. Aksine, insanlar erkeğin üremedeki rolünü bilmedikleri için sadece kadının doğurduğunu görüyorlar, ve çocuk ile sadece ananın bağlantısını biliyorlar. Baba diye bir şey bilinmiyor. Dolayısıyla çocuğun soyunun anaya bağlanması doğal. Demek ki önce olay görülüyor, düşünce ona bağlı olarak oluşuyor.

İnsanlar düşünüp: “Anasoylu düzen iyi değil, ataerkil aileye geçelim” dememişler. Aksine, erkeğin üremedeki yeri anlaşılınca çocuğun baba ile olan ilişkisi meydana çıkmış, ekonomi de erkeğin eline geçince erkeğin üstünlüğü fikri gelişmiştir. Demek ki önce toplum içinde erkek güçlendi, ataerkil aile fikri buna bağlı olarak oluştu.

Aynı şekilde, insanlar düşünüp “dişi tanrılar uygun değil, tanrıları bundan böyle erkek yapalım” diye düşünmediler. Yeryüzünde anasoylu aile ataerkil aileye dönüşünce, tanrıların da erkek olması gerektiği fikri ortaya çıktı. Yani fikri meydana getiren maddedir.


YERLEŞİK DÜZENE GEÇİLMESİ
İLK BÜYÜK İŞ BÖLÜMÜ
==========================
Orta barbarlık döneminde bazı kabileler yerleşik hayata geçiyor. Bunlar tarımcılığa başlıyorlar. Bitki yetiştirmek öğrenilmiş, bunun yöntemlerini kadınlar geliştirmiş ancak yeterli ürün alınamıyor. Erkekler avcılığa devam ediyorlar. Bu esnada madencilik öğreniliyor, saban yapılıyor. Toprağı sürmek için çoban kabilelerden evcil hayvan alınıyor, sabanı sürmek güç gerektirdiğinden tarım da erkeklerin eline geçiyor.

Böylece tarihte ilk defa olarak iki farklı tipte yaşam biçimi meydana geliyor: Göçebe çoban kabileler ve yerleşik tarımcı kabileler.



3-YUKARI BARBARLIK DÖNEMİ
++++++++++++++++++++++++++++

ÖZEL MÜLKİYETİN ORTAYA ÇIKIŞI
==============================
Çoğalan hayvanlar ve artan toprak mahsulleri, kabile yöneticilerinin ellerinde birikmeye
başlıyor. Böylece özel mülkiyet ortaya çıkıyor.

KÖLELİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI
=======================
Köle niçin var? Bunu anlamaya çalışalım.
Değişik felsefi yaklaşımlara göre, şu cevaplar elde edilir:

1- Berkeleyci ruhçunun anlayışı:
    Köle kavramını insanların zihnine Tanrı sokmuştur. Zaten köle diye maddi bir şey de yoktur. Herşey bizim zihnimizde vardır, gerçekte madde yoktur.
    Bu anlayışı sadece "amin" diye yorumlayabiliriz.

2- Ruhçu felsefeyi kabul eden kişinin anlayışı:
    Bazı akıllı insanların aklına birdenbire, "Bizim yaptığımız şey salaklık, esirleri niye öldürüyoruz ki, onları köle olarak kullansak ya" gibi dahiyane bir fikir geldi, ve ondan sonra kölelik başladı.
    Bu anlayışta, idea (fikir, düşünce) önce gelmekte, önce kölelik fikri oluşmakta, sonra bu fikir maddi hayatta tatbik edilmekte. Yani fikir (ruh) maddeyi belirliyor.
    Veya din ile açıklama: Köle sahipleri, köleciliği haklı göstermek için şöyle der:
    "Tanrı insanları köleler ve hür insanlar olarak iki kısım yaratmıştır."
    Veya Roma İmparatorluğu'nun açıklaması:
    "Kölelik, kötü bir talihtir."

3- Maddeci felsefeyi kabul eden kişinin açıklaması:
    Üretim araçlarının verimliliği, herkesin kendisinden başka kişileri da besleyebileceği bir yetkinliğe eriştiğinde, esirlerin öldürülmemesi fikri ortaya çıktı.
  
Demek ki bu anlayışta, önce maddi değişim (üretim araçlarının gelişimi) meydana geliyor, eskiden her birey ancak kendine yetecek kadar üretim yapabiliyorken, esiri yaşatmanın anlamı yoktu; şimdi bir kişi birçok kişiye yetecek kadar üretim yapabiliyor, esiri köle olarak çalıştırma gibi bir fikrin doğacağı maddi temel meydana geliyor.  Yani madde önce, maddeye bağlı olarak da fikir sonradan ortaya çıktı. Yani fikirleri meydana getiren, maddi gerçekliktir.


Yarım asır önce çıkan (Yeni Adam) dergisinde yayınlanmış olan bir makalede, Gülsüm Sepetçioğlu, maddeci dünya görüşünün doğruluğunu şu örnekle açıklıyor:

NİÇİN ÖLDÜRÜYORLAR, NİÇİN ÖLDÜRMÜYORLAR
 ==========================================
Plehanof, "Marksizmin Esas Meseleleri" adlı eserinde, aşağıdaki sosyal olguyu ele alıyor. Müellifin (yazarın) bu vaka üzerinde duruşunu enteresan bulduğumuz için, hulasatan (özet olarak) sütunlarımıza geçiriyoruz: Şarki Afrika'da yaşayan Massaylar harpte ellerine geçen esirleri öldürüyorlar, Wakambalar ise öldürmüyorlar, onları tarlalarda köle olarak çalıştırıyorlar. Birbirine komşu olan bu iki kabilenin bu hareket tarzına sebep nedir? Ekonomi politik bakımından buna sebep, Massayların çoban, Wakambaların ise çiftçi olmasıdır. Zira Massaylar, esirlerin iş kuvvetinden istifade edecek teknik imkana malik değildirler. Wakambalar ise bu işi istismar etmek, ondan faydalanmak vasıtasına maliktirler. Bunun içindir ki esirlere hayatlarını bağışlarlar ve onları kendilerine köle yaparlar. Demek oluyor ki, esaretin vücut bulması (köleliğin ortaya çıkışı), sosyal kuvvetlerin, esirlerin işini işleterek faydalanmaya müsaade eden bir inkişaf seviyesine (gelişme düzeyine) vasıl olmasiyle mümkündür. Esaret (kölelik) bir istihsal münasebeti (üretim ilişkisi) olduğuna göre, esaretin meydana gelişi, o ana kadar ancak cins (kadın-erkek) ve yaş cihetinden taksime uğramış olan bir sosyetenin (toplumun) sınıflara bölündüğünü, sınıflaştığını gösterir. Bu sınıflaşma hareketi, ziraatle geçinen bir kabilede, çobanlıkla geçinen kabileye nazaran (göre) daha barizdir (belirgindir). Bunu, ele aldığımız misalde de açıkça görüyoruz. Massayların esirleri öldürmeleri, Wakambalara nazaran daha katı yürekli ve daha kan dökücü olmalarından değil, çoban olmalarındandır.

Demek ki, çoban kabile, esirler bir işine yaramadığı için öldürüyor, tarımcı kabile ise, belli bir üretim tekniğine ulaştığı ve bir insanın tarlada çalışması ile birçok insana yetecek kadar mahsul yetiştirebileceği düzeye geldiği için, esirleri öldürmeyerek çalıştırıyor ve kabile üyeleri,  daha başka işlerle uğraşacak zaman sahibi oluyorlar. Böylece köleci topluma geçiliyor.

MEDENİYETE (UYGARLIĞA) GEÇİŞ
=============================
Köleci - Feodal düzene geçen toplumda ordu ve devlet örgütleri oluşmaya başlıyor, barbar ilkel eşitlikçi toplum medeniyete adım atıyor